30 Aralık 2009 Çarşamba

ARZULAR ŞELALE


ARZULAR ŞELALE

Sanal, manal bilemem bu ne ahvâl
Niagara'dan daha şehvetli akıyor bazı sular
Bazılarıda var
Taş devr-i aşıkları.
Kevgir misali delik deşik
Bu işin içinde var bi puş.luk

Alıp getirmiş olmalılar
Bizi eski çağlardan
Aşka, aşıktan daha sadık
Kalanların zamanından
İçi dışı kurumuş çöl misali
Kurur
Aşkla yanar,
Su/sar...

Aşklar kaçak
Aşıklar apış arasında
Ordan oraya,
Saldan sala,
Daldan dala,
İlişmesinler oynaşlarına

Kişi başına ne kadar hasılası var
Yıllık aşk yaşama ihtimalinin?

Yetişemez oldum,
Saniyedeki hızına!

Merdiven altı,
Balkon kenarı,
Bağlık bostanlık
Kurutulmuş orman misali,
Kaçaktan, aleniye!
Heryerde kaygan zemin var!

"Bir kocakarıdan masallar dinlediniz"

21 Aralık 2009 Pazartesi

kıyam/et


Hayatın sırları var, evrenin sırları var bizzat biz kendimiz dahi bize göre sırrız... Gördüğümüz herşeyin bir başka yönü, boyutu, açısı var...

Hayata tutunmaya çalıştığımız ilk dünyasal mekanımız olan annemizin karnı belkide en özgür olduğumuz yer... Bütün dünyasal ve insansal öğretilerden uzak, kendi kendimize ve kendi halimizde içimizden geldiği gibi yaşadığımız tek mekan orası... Doğduğumuz anda ve yerde başlıyor üzerimizden inançlarını ve buna bağlı ritüelleri geçirmeleri, bizim ülkemizde örneğin, yeni doğan korkuları vardır, lohusa korkusu, al basmasıda derler falan filan, her yörede değişik ama genelde aynı içerikli şeyler yaparlar inançlarını ve bunun ritüellerini gerçekleştiren inanç yönlendiriciler...

Hristiyanlar bilinen en hurafeci insanlardır geçmişten bu yana, malum herkesin neredeyse ezberlediği filmlerde şeytan çıkarma ayinleri vardır mesela, 13. rakam uğursuzluğuna inanmaları, kiliselerin korunan kutsal mekanlar olduğunu düşünmeleri, e tabi hangi dine mensup olursa insan o dinin mekanlaştırılmış ibadethanesini kutsal sayıyor, oysa kutsal diye bir kavram yok, ne mekansal olarak ne de inançsal olarak...

Yahudiler başlı başına kendilerini kutsal sayıyorlar diğer insanlara nazaran!!! Oysa her insan her can kutsal sayılmalıdır ki kimse doğarken ne hristiyan, ne müslüman, ne yahudi ne de ateist olarak doğmuyor!!! Başkaları veriyor onlara bunları, sonrasında ya rıza gösterip o inanca bağlanıyorlar körü körüne ya da sorgulamaya başlıyorlar...

Zaten iki tür insan var bu açıdan baktığımızda bir inanarak yaşayanlar, iki düşünerek yaşayanlar...

İnanan için herşeyin bir açıklaması olmak zorunda değil zaten insan herşeyi anlayamaz takdir-i ilahidir aklının almadığı ne varsa...

Düşünen insan içinse yaşamak zor ve sorgulayıcıdır, kabullenemez ona dayatıln şeyleri, aklına yetmez anlatılanlar, neden, nasıl, niçinsiz yaşayamaz...

Eğer birşeyin kutsal olması gerekiyorsa oda canlıların yaşam hakkı olmalıdır, hangi inanca göre hoşgörülebilir bir canlıya din adına eziyet etmek? Ayrıca insanın aklı değerlidir ve kullanılmalıdır... Bunlar gerçekler...

Yaşamımıza ilk müdahale ailemizden, sonra yaşadığımız çevreden, sonra içinde bulunduğumuz toplumdan ve nihayet günümüzde global güçlerden geliyor... Biz yokuz aslında 24 saat boyunca yönlendirilmeler var... Benim merakım bütün bunlar daha ne kadar devam eder, böyle geldi böyle mi gider yoksa insan buna bir yerde dur mu der? Öyle seziyorum ki insanlık bu gidişe dur der, akıl körü körüne inancı mutlaka birgün yener, herşey gün yüzüne açılır ve sırlar açığa çıkar...

Kadim zamanlardan bu yana anlatıla gelen misaller var, geleceğe dairse kehanetler, bazılarının gerçekleştiğide görülüyor mutlaka bir cevabı var elbette, Çocukluğumdan bu yana anlatılan kıyamet senaryolarını şimdi çok başka yorumluyorum, kıyamet yaklaştığında altüst olacakmış herşey, doğru yalana karışacakmış, zalimler zulmü arttıracakmış, Allah’a inanan bir tek kul kalmayacakmış, aslnda olmadı değil...

Kıyamet koptuğunda (ki kopmak fiili kullanılmaz asl-ı orjininde) yani uyanıldığında, ayağa kalkıldığında, topraktan çıkıldığında, hesap günü gelecektir, herkes eteğindekileri dökecektir, hesaplaşılacaktır, dünya dümdüz bir ovaya dönecek, kuzeydeki yumurta güneyden görülebilecek, gökten taş ve ateş yağacak, yıldızlar dürülecek, evren büzülecektir...

Aslında olmuyor da değil...!!! Nasıl algıladığınıza başlı biraz...

...

Bence hala uyuyor insanlar, çünkü uyumak iyi geliyor zihinlere, çalışmak zorunda kalmıyorlar, düşünmek zorunda kalmıyorlar, o yüzden inançlarla bağnazca yaşıyorlar, fantezilerini dahi inançlarştırıyorlar bu yüzden, o kadar ileri gidebiliyorlar ki bağnazlıklarında düşünen insanlar için bunu görmekten daha korkunç bir işkence türü yok, adam yılın onbir ayı içki içmekte bir abes görmez bir ay boyunca ağzına içki sürmez, oruç tutsun tutmasın farketmez, bu onun inacıdır, oysa Allah’ın zamanı yoktur, ağaçları keserler, hayvanları öldürürler, insanlar biribirini öldürüler fakat kiliseyi, sinagogu, camiyi kutsarlar, oralarda huzura erdiklerini sanırlar, oysa Allah’ın mekanı yoktur!!!

Kıyam/etmedikçe bu uyku hali devam eder ve Allah’ı bir yere, bir aya, bir güne sığdırmaya çalışmak sanıları sürer gider... Tabi siz O’na Allah demek yerine evren, kainat, insan, doğa, üstün akıl, God, Rab, Nirvana, Tanrı... Ne derseniz deyin veya tümden bu olguları reddedin farketmeyecek.

Bir varoluş var çünkü biz varız, bir yokuşta olacak mı olmayacak çünkü bilim kanıtladı ki var olan hiç birşey yok olmuyor, sadece değişiyor... İşte Kıyamet bu değişime giden yol olsa gerek... Aklen, ruhen, bilincen... Uyanmak gerek!


İnsanlar bir felaketle karşılaştıklarında işte kıyamet bu olsa gerek diyor, hep bir kıyamet bekliyor, kıyamet geliyor sanıyor, oysa Kıyamet gözümüzün önünde duruyor!!!

Bir insan haksız yere öldürülüyor, bir insan haksız yere mahkum ediliyor, suçlular salıveriliyor, çocuklar tecavüze uğruyor, ormanlar yanıyor, kuşlar göç edemez, balıklar yüzemez, kutuplarda yaşanamaz haller oluyor, bir tarafta kıtlık varken, diğer yanda varlıktan sapıtmışlar, ruhlarını satmışlar, kutsal dedikleri mekanlarda parayla kutsiyet satıyorlar, Allah’a rüşve veriyorlar!

Şeytan ayrıntılarda, en çok sevdiği adamlarsa kutsal mekanlarda gizli hala!!!

Kıyamet mi bekliyorsunuz?

15 Aralık 2009 Salı

KÜRESEL SAPIKLIK



KÜRESEL SAPIKLIK

Gündemi kimler nasıl belirliyor değil mi, tartışmak istediğimiz konuyu bile kendimiz seçemiyoruz... Heryerde hep aynı konular ve hep aynı cümlelerle tartışılıyor! Tıkandı kaldı insanlık, küresel bir sapıklığın içinde...

Bir kafeste tutulan kobay fare gibiyiz, silindirin ortasında koşup duruyoruz!!! Bir yere gidiyoruz sanıyoruz da,dönüp dönüp durduğumuzu farkedemiyoruz.

Küreselleşme adı altında her birimizi kobaylaştırıyorlar, tüketmek tüketmek ve tüketmek için...

Doğuyor, büyüyor okuyor, çalışıyor,emekli oluyor ve ölüyoruz... yaşamaya sıra gelmeden...

Bir kere olsun istediğimiz gibi dilediğimiz kadar özgür olamadan, korkularla yaşıyoruz...

Büyükşehirlerde adım başı açılan alışveriş merkezleri tek eğlence mekanlarımız oluyor! Ne tuhaf... Eğlencemize bile biz karar veremiyoruz... Zaten bu şehirde ve bu dünyada doğal olan herşeyin üstüne beton döktüler, en çokta duygu ve düşüncelerimize... Sokakta gördüğümüz insanlar bize yabancı biz onlara yabancı, konuşmadan geçip gidiyoruz birbirimizin hayatından, konuştuklarımıza bile başkaları karar veriyor... Gerçek düşüncelerimiz içimizde kalıyor, kendimize bile itiraf etmiyoruz...

Bir inanç benimsiyoruz, o inancı kendi istediğimiz şekilde özgürce ve kendimizce yaşayamıyoruz... Birileri karar veriyor biz uyguluyoruz... Namaz böyle kılınır, oruç böyle tutulur, ölü böyle yıkanır, böyle sevişilir...v.s.

Nerede başladı bu, nerede biter bilemiyoruz... Ya da biter mi?

Bizim istediğimiz filmler yok, istediğimiz şarkılar yok, sanat yok, sanatçı yok, mizah yok...

Sanat: Özgürce ifade edebilmek duygularını... Ne şekilde olursa olsun...

İçinde bulunduğumuz toplumun benimsediği kültür en başta sonra dünyayı etkileyen ayakta atıştırma kültürü... Herşeyi ayakta yaşıyoruz koşturarak bir kez olsun güneşin doğuşunu ve batışını göremeden, bir ihtimal belki bir kez görmüş olsak bile bize dayatılan hayat doğayla bütünleşmemize izin vermiyor...

Siyasetçiler en büyük yalancılar... onlar karar veriyor neyi tartışıp neyi yaşayacağımıza, nasıl konuşacağımıza, nerede duracağımıza... Bize yasak olanlar onlara serbest...

Bağımsızlık içimde sönmeyen ateş, bastırmamı istiyor küresel sermayeciler... Mtv veriyor müziğe ödülleri, dünya güzelini seçiyor bazı adamlar, çok anlamsız ve çok acayip şeyler oluyor, içimdeki ateş beni gittikçe daha çok yakıyor...

Tutamıyorum...

sardunyam

4 Aralık 2009 Cuma

sanı


hayatının en zor gününü yaşadığını sanıyorsun
ya da en güzel gününü gördün mü sanıyorsun?
dur daha...
daha dur...
her yeni gün
hep biri çıkar sana yanıldığını öğretir
ellerin ağzında
parmaklarsın gözünü
gördüklerine inanamadan...
işte böyledir hayat,
acılara
ağrılara
ölümlere ve doğumlara gebe
her daim
bu son diyerek koşarsın yarınlara
ihanet nedir?
en sevdiğini sandığın varlığın hayat görüşüdür...
o öyle istemiştir ama
sen öyle ummamışsındır
işte böyledir...
sen ve diğerleri
sanılarındır ihanetin nedeni..
sen ne düşünürsen hayat sana aksini yaşatacaktır
hep beklenmedik
şakacı biraz
belki şok edici
yaralayıcı olduğuda söylenebilir
ihanet hayatın ta kendisidir...!
sen ne sanıyor olursan ol
dünya görüşleri başka başkadır...

sardunyam

23 Kasım 2009 Pazartesi

YOK/UM aslında ben!


Yoksulluk ve yoksunluk aynı şeyler değil. Yoksulluk giderilebilir birşey ama yoksunluk ebedi olabilir...!

Aynaya baktığımda yüzümde korkunç bir olgunluk, sonsuz bir durgunluk, anlamlı bir bakış görüyorum artık. Ne kadar çok biriktirmişim meğer... Çok eskiden yılda bir kaç kez boşaltırdım tavanaralarımda kalanları, biriken tozlanan örümcek ağı bağlayan duygularımı... Şimdi hissizim... Morfin yutmuş gibi... Halsizim...

Geçenlerde hiç tanımadığım ve beni ilk kez gören biri "gözlerinizde korkunç acılar var gibi, bakışlarınız insanda tuhaf bir korku duygusu yaşatıyor" dedi... Gidip aynaya baktım... Oysa saklıyorum içimdekileri sanmıştım... Sizin mesleğiniz nedir diye sordum, psikoloji okudum ve danışmanım dedi... Artık yüzümde ve gözlerimde durağan bir acı kalmış, görüyorum onu kendime her baktığımda...

Dünya böyle bir yer, hepimiz aynı yollardan geçiyoruz fakat o yol herbirimizde farklı izler bırakıyor... Hepimiz aynı filmi izliyoruz fakat film hepimizde başka hisler uyandırıyor... Hepimiz insanız ama parmak izlerimizin olduğu gibi, duygularımız, hislerimiz, düşüncelerimiz bambaşka... Bütün kahverengi gözlüleri nasıl katagorize edebilirsiniz hepimizin gözleri başka bakar evrene...! Nasıl diyebilirsiniz gözleriniz başka renk ayrışın ve yeryüzünün bütün kahvegözleri birleşin? Olabilir mi?

Hep tek ve yageneyiz ancak bir o kadarda bir arada... Nazım'ın da dediği gibi bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşce...

İnsanların gözlerine bakın, orada saklı bulacaksınız duygularını... Korku salıyorlar üstümüze... Korku sindirir insanları, korku yıldırır... Duygularınızı derin donduruculara kaldırmayın içinizde saklamayın hissettiklerinizi... Kaçırmayın birbirinizden gözlerinizi...

Geçmişimizdir öğretmenimiz, yaşlanıyoruz yaşıyoruz, biz zamana ve mekana mahkum edilmişiz... En çok bedenimizin esiriyiz, en çok bedenimize tapınıyoruz... Vazgeçemiyoruz onun komik ve tuhaf egolarından, her geçen gün biraz daha esiri oluyor aklımız... Oysa salt akıl öyle mi?

İnsana acı verende bedeni değil mi? Küçük kazalardan tutun, aşk acısına kadar en çok neremiz acır? Kimi acıya, kimi zevke tutunuyor böyle... Ama illaki bedenine... Ehlileştiremediği yegane hayvan insanın ta kendisi... İşte önümüzde bir bayram bayramın adıda kurban... Neye, kime ve nasılını düşününce bile insanım diyenin midesi bulanıyor... Aslında her insan kurbanıyla sadistçe duygular yaşıyor... Belkide hiç farketmeden...

Kaç kişiyi kurban ettiniz kendinize geçmişinize dönüp bir sorun bakalım?

Bedeninize daha nice yeni hazlar, yeni acılar ve yeni tatlar katacaksınız kimbilir, daha kaç kez ağlayıp kaç kahkaha atacağız kimbilir? Hatta daha neler öğreneceğiz yaşadığımız sürede, sonra gözlerimize kaç yeni yaşanmışlık çiziği atacak hayat kimbilir?

Gidip aynaya bakmayacağım şimdi, gözlerimin yorgunluğu uykumu getiriyor vakitsiz uyumak istemiyorum malum zaman esasen uyanma zamanı, açıp gözlerimi kocaman kocaman etrafıma bakıyorum...

Sessiz, sakin ve yorumsuzum...

Sardunyam

15 Kasım 2009 Pazar

TETİKÇİ


Bir dokunsan bin ahh işitirsin halimden, fakat ben ahh edemez oldum...
Bir dokunuyorum bin ahh işitiyorum herkesten...
Gülümsüyorum,
Bu aralar olura olmaza, kendime ve herkese gülümsüyorum...
Bu iyi birşey mi dersin?

( Büyükler derlerdi ki, "Allah çekemeyeceği derdi yüklemez kuluna" öyle mi acaba? )

Oysa bütün ölümler acı, bütün kayıplar derin, bütün ihanetler can yakıcı...
Oysa, her yeni gün, her yeni yıl takvimlerimizin eksilen sayfaları... İlk günden, ilk andan ve ilk gözyaşından beri...

Aklıma dolanlar,sırtıma aldıklarım, uçurumdan aşağı düşen dünya çocuklarını kurtaracak kadar feda ettiğim kendim... Öyle güçlü hissettiğim anlar sanki dünyayı değiştirecekmişim, sanki bütün kötülükleri silecek bütün kötüleri öldürecekmişim gibi komik hislere kapıldığım anlar... Kendimi evren kadar geniş, sonsuzluk kadar büyük, sır kadar güçlü sandığım anlar... Birden uyanışlarım ve kendimi bir serçe kadar ürkek, bir kelebek kadar narin, bir bebek kadar masum sandığım anlar hep birbirine denk düşer...

Sonra felsefesini okuduğum evren, herşeyi çözdüğüm anların ardından başlar yeniden başlayışlarım... Ben hiç yanılmadığını söyleyenlerden değilim, çoktur yanıldığım ve belkide herkesten çok ben yanıldığımı anladım... Bildim ki, aslında her yenigün yeniden başlamalı düşünmeye anlamaya sormaya... Silbaştan... Ki düne ait önyargılarından arınayım...

Bedeninin kıvrımlarıyla, beyninin kıvrımlarından daha çok ilgilenen insanlardan hiç olmadım,zaman zaman öyle mi olmalıydım diyede kendi kendime sorarım... Bir hayvan gibi mi yaşamalı anlamlandırmaya çalıştığımız herşey aslında bir o kadar anlamsız mıydı?

Doğum neydi, yaşam neydi, ölüm neydi? Nedendi... Nedensiz miydi? Sanılarımız mıydı bizi biz yapan ve sandığımız kadar mıydı herşey, insan neden anlamlandırmak isterki? Bazen anlamsızda olamaz mıydı evren?

Ölüm herkes için tek benzer şey... Hepimiz sadece o an eşitiz... Ölürüz ve öleceğimizide biliriz... Peki o zaman bunca kan neden? Bu sonsuz hırs ne için, nereye varıncaya kadar bilemem...

İnsanların kimi var, kırılmış dallarına kıyamaz bir ağacın, kimi var ırzına geçmekte insanlığın... Neden?

Ağlamaklıyım hayli zamandır fakat damla akmaz gözümden, içimde anı bekleyen bir tetikçi var görev süresi henüz dolmayan... Ağlasam yıkanır mı içimde tuttuklarım, akıtamadıklarım...? Anlatamadıklarım anlayamadıklarım... Ne kadar çaresizim ben...?

Hayat bir ironi sahnesi, yaşam onun dalkavuğu... Sahne hiç bitmez ve perde hiç kapanmaz seyircilerdir ve oyunculardır değişen... Kimimiz bazen sahnededir bazen koltukta... İzleyiciye her daim mesaj verir sahnedekiler... Seyircinin çoğu mesajı aldığı yerde bırakır gider... İşte o an sorarsın kendine bütün bunlar neden? Eğer bir mesajı yoksa bu yaşamın ve bu oyuncuların ve kötü bitecekse bu filmin sonu o zaman koskocaman bir neden ve kahrından ortasından ikiye ayrılmış bir elmayım ben... F.Ç.G/S.O.V...

Basit sorular karşısında apışıp kalırım beynimi zora programlamış üreticiler... Reflekslerim güçlü hayat kurtarırım bazen, fakat öyle anlar olur, donar kalır aklım kasap havası oynarken...

İnsanım ben, nereye ait olduğunu bilmeyen, içinde özgürlük aşkı, bağımsızlık telaşı dolu... Her insan gibi tuhaf, kaçık, vahşi biraz ve kimse gibi değilim esasen...

(diğer parçama, eksik tarafıma, bildiğim bütün değer yargılarımın üstünde tuttuğuma en sadık hissiyatımla) F.Ç.G...

SARDUNYAM

13 Kasım 2009 Cuma

ne desem?


Aylardan Kasım...

Kasımpatı kokarken sokaklar, önünden geçtiğim her ağaç dökülen yapraklarıyla selamlarken beni ve birlikte gezindiğim sonbaharı... İçime anlatılmaz duygular çörekleniyor. Adına ne hüzün diyebilirim bunun, ne sevinç... Öyle karmaşık, öyle içsel...

Biraz ağlamaklı, biraz hayranlıkla bakıyorum sarıya çalan doğaya... Öylesi sana ait hissederken kendimi, senden koparılıp atılmış bir yaprak gibiyim şimdi... İçim parçalanıyor... Dudaklarımdan çıkmak için sıraya giriyor kelimeler ve hepsi birden üşüşünce hiçbiri çıkamaz oluyor biranda... düğümlenip kalıyorum işte böyle, ne desem, ne söylesem ya da neyi tutsam içimde bilemeden sürükleniyorum sel suyuna kapılmış kuru bir dal gibi...

İçimde koşup gelmek duygusu var sana doğru... Bir daha senden kopmamacasına... Şimdi seni düşlerken sanal kuramlar sürdürüyorum yeni çiftlik evimde... Hayal ne vazgeçilmez bir duygu... Ne denli iyi edici kalpleri... Ve şimdi farkettim ki hala üç nokta koyuyorum yazdıklarıma ve sana... Bitmesin, bitemesin ve sürekli akıp gitsin ister gibi...

Nerden kalmıştık, ne demiştik en son, çare neydi bu yarayı iyi etmeye hatırlıyor musun? Kutuplardan, ekvatora doğru kah eriyen, kah kaynayan, kah sel olup akan sular gibi öncesi sezilmiş fakat önlem alınamamış doğal afetler gibiyim... (Kedim ve ben...) Kuruyan bahçelere dökülecek bir damla su kalmadığında genetiğimizle oynayıp bizi garip organizmalara dönüştürdüklerinde, birde ateşli hastalıklarımızı aşı ile iyi edeceklerini vaadedip sürüye kattıklarında saat kıyamete mi denk gelir?

Demiştim sana aklımda tonlarca düşünce, ağzımın içinde kalabalık kelimeler çıkmak için acele etmekteler... O sebeptir ki işte böyle saçma cümleler kurup anlaşılmaz olabilmekteyim...

Son zamanlarda ya hiç yağmıyor yağmur ya da birden boşaltıyor bütün enerjisini üstümüze... Bir şey söylemek ister gibi, çığlık atar gibi, korkar gibi, gelecekten, gelemeyeceğimizden... Milyonlarca insanı korkuyla sindirmeyi başardılar engerekler. Oysa Ataol Behramoğlu ne demişti bir şiirinde...

TEK BAŞINALIK

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü biri
Ve hiçbirşey yapmamaya karar verdi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir öteki
Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir üçüncü
Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü yüzbinler
Ve tek başınalıklarını sürdürdüler

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü milyonlar
Milyonlarcaydılar

Ve tek başınaydılar
Bu arada birileri
Onlar adına
Karar vermekteydi

Tek başına olduklarını sananlar
Topluca ortadan kaldırıldılar...

İşte tamda böyle sen orada ben burada tek başına... Ve tek başımıza ortadan kaldırılacağımız günü beklemekteyiz...

Ne desem?

sardunyam

4 Ekim 2009 Pazar

zor yıllar


Zor Yıllar

Allah göz vermiş göresin diye
Kulak vermiş duyasın diye

Görmeden bakma
Duymadan dinleme

Anla be anla!

Ot değilsin,
Bir saksıda yetişmedin...

İçinde hissetmelisin öğütüldüğünü, bak evrenin duygusu yok, acıması yok, ihtiması yok! Ne verdiysen onu alıyorsun...

Peşinde koştuğun kendin olmalısın... Çünkü insan en çok kendisine yabancıdır... Bildiğini sandığı herşey yalan ya da yanlış... İnadına itibar eder yine kendisine...

Çünkü, göz aynı göz, akıl aynı akıl, ayna aynı ayna...

Bakar bakar durursun... Alıştığın, bildiğin, anladığın kadar değildir evren... Eğer kendini içinde hissetmiyorsan ne kadar küçük olduğunu anlayamıyorsun!

Başkasının aklıyla düşünebilir misin?
Ya başka birinin gözü ile bakabilir misin?
Başka birinin kalbiyle sevebilir misin?

İşte bunu yapabildiğin ölçüde yalnızsın ya da değilsin...

14 Eylül 2009 Pazartesi

NESİN VAKFI

Bugün Aziz Nesin Vakfı'na gittik 5/10 arkadaş...

Önce gördüğüm manzarayı anlatayım sizlere, her yer çamur deryası, kitaplar, yemekhane, tiyatro salonu, mutfak, kütüphaneler, merdivenler, mobilyalar, kapılar, pencereler, ve beyaz eşyalar...

Gerçi Allah'a şükür can kaybı yok bunların hepsi yerine gelir... Tek sigortalı eşyalar kitaplarmış... Diğerleri parasal nedenlerden ötürü sigortalanamamış çünkü çok yüklü tutuyormuş...

Gönüllü kızlar, erkekler, gençler, ihtiyarlar çabalıyorlar ellerinde eldiven, ayaklarında çizme... Bir işçi gibi çalışıyorlar bir kısmı vakfın çocukları bir kısmı gönüllüler, biz içecek su, yiyecek bişeyler yanısıra daha önceden dernekte topladığımız kullanılmış giysilerden bir kısmını yardımı olur düşüncesiyle yanımızda götürdük... Sağolsun Büyüçekmece Belediye Başkanı minibüs tahsis etti bize, Bakırköy Belediyesi de 15 işçisini oraya temizlik için göndermiş... İBB'dan ise kimse yoktu...

Görevli kadınlardan biri götürdüğümüz giysileri "biz çocuklarımıza daima yeni giysiler alıyoruz,bunları geri götürün başkalarının eskisini giydirmiyoruz" dedi... Çok utandım... Hayır asla kızmadım çocuklara karşı gösterilen bu saygı, bu sevgi ve bu özenden dolayı ço mutlu oldum aslında... O giysileri bizede bazı yurttaşlarımız bağışlamışlardı, bir çoğu çok eski, yırttık, hatta kirli olarak gönderilmiş, kullanılmayacak durumda yani, bunun adı yardım mı dersek bence asla değil, ayıbın daniskası... Ya neyse!

Aziz Nesin müthiş bir adam, harika bir vakıf kurmuş, inanılmaz güzel, inanılmaz donanımlı, huzur verici, harikulade!

Bahçesinde meyve ağaçları, çocuklar yetiştirmiş onları, tavşanlar, kediler, kuşlar özgürce dolanıyorlar... Ne yazık atlar selde ölmüş... İçerisinde tiyatro salonu, de kütüphane, araştıma salonları, eğlence odaları, bahçede oyun parkları, duvarlarında çocukların yaptığı resimler, bilim, sanat, doğa ve spor içiçe! Artı çocuklar! Müthiş, şahane, örnek olası bir yer... Her atanseverin, her yurttaş severin, her hümanistin, her doğa severin böyle bir vakıf açması ya da açılmasına yardımcı olması gerekir diye düşünüyorum... Gerçek yurttaşlık budur esasen, gerisi yaygara koparıcılık!

Orada çocuklar hiç kimseden korkmadan büyüyor, ırk, din ayrımı gözetilmiyor, sadece çocuk onlar ve sadece insan!


http://www.nesinvakfi.org/index.php

13 Eylül 2009 Pazar

şimdi


bir sahilde dalgalara bakmak
gece yıldızlara selam durmak
bütün maziyi denize dökmek var
alıp götürsün başka kıyılara
yaşanmış ve yaşanmamış ne varsa
öğütsün yüreğinde bütün yalanları
kızgın maşa alıp eline
dağlasın göğsümde duran sancıyı
yara izini başka bir yara örter misali
iz üstüne iz sürmek var

sibel onbaşıoğlu

bağ

Ne gariptir
Toprağın altında
Kalanla vedalaşmak
Bir daha asla
Göremeyecek olmak
Ne tuhaf!
Ardında bıraktıkları olmasa
Varlığına inanılmaz!
Ölüdür aslında yaşadığını sananlar!

sibel onbaşıoğlu

hüzzam beste


Hayal kırığı batar topuklarıma
Yürüdüğüm yol üzerinde
Artık sevda/sız/lar
Gül dalına düşer
Bir damla düş, ağlar
Rengi sarılık kesmiş
Hüzzam bestelere çalar

İçimde ki beste
Dile gelmez
Aklıma gelenler
Söylen-e-mez

Bin fitne sarmış dört yanımızı
Kan ağlar kızılcık şerbeti içtik deriz
Ne kadar nefret kusuyor olsa dil
Gırtlağında düğüm düğüm olan nedir?

sibel onbaşıoğlu

şahit


iki dünya ne zaman bir araya gelir?
mahşer diye bir yer var mı gerçekten?
hani belki affetmek o zaman mümkün olur
eskiden mahşerde elini tutmayı düşlerken
cehenneme gitse peşinden gidecekken
her günahına kefalet edecekken
şimdi yüzünü görmek istemem
öfke olsa çabuk geçerdi
nefret olsa çoktan biterdi
kin olsa o bile eser giderdi
bu başka birşey...
varlığına şahit değilim artık!


sibel onbaşıoğlu

IRAK güller

bir çocuk yanı başımda
yatağımın baş ucunda
her gece ağlıyor
kanımı donduruyor
bakışları
kulaklarımı yırtıyor
çığlıkları
benden başka kimse
duymuyor

sibel onbaşıoğlu

palyaço

yüzlerce gülümseyen surat
çarkın dişlisine takılmış zerafet
en kötü oyununu sergilemiş
ve perde kapanmış nihayet

en çok kendini kandırmış palyaço
ama en çok eğlendirdiği o değil
bacak arasından yediği beşlikte
hayatının golüymüş üstelik

öyle sıkı tutunmuş kuru dala
çoktan avuçlarından gittiğini bile
anladığında gün henüz ağarmamış
kendi mezarı başında durup
gelmişine geçmişine ağlamış

sibel onbaşıoğlu

kadın'ım


bir kalp çarpıntısı sol yanımda
Havva'dan bu güne, yana yakıl/a
kaç recm geçti başımdan
kaç kürtaja zorlandım biliyormusunuz?

namusu bendim namussuzların
edebi bendim edebsizlerin
kurbanı bendim adaklarının
en kolay beni harcadılar, hiç ses etmedim

doğuştan bir sıfır mağlup başlamıştı
herşeyi üstümde denediler ağzımı açmadım
kime ait olsam onun hizmetine girdim
sukünetimi güçsüzlük sandı mahluklar

sonra birgün dayanamaz oldum acılara
kendi doğdukları yere ihanet edenlere
ayıp diye beni toprağa diri gömerken
vahşetine kılıf uyduruyor, hala anlamıyordu!

kaç kişiyi azad ettim günahlarından
kimi ektim yetişecek insan tarlasına
artık hatırlamıyorum!
belki birgün doğarım ama şimdi uyuyorum!

(ezilen kadınlar için usulca .... )

Hayy


Şehvetin arsızlığı bacak arasında
Aşk sandığı şey kedidir Mart ayında
Yalanır durur edebsiz,
Bir ölü doğurur üç beş ayda

Boğulacaksan birgün aşk ile
Okyanus olsun içerisine daldığın
Bir sinek gibi düşmüş lağım çukuruna
Tutunduğu herşeye bulaştırır

sardunyam

sibel onbaşıoğlu

iyi-kötü-çirkin


(iyi)...

artık herşey göreceli
einstaindan beri
bir timsah kadar iyi biri!

(kötü)

birgün iltifatlar bitmiş
yerini gerçeklere terk etmiş
adını kötü koymuşlar!

(çirkin)

egosuna aşık
karmakarışık
tabloyu çirkine tamamlamış!

davul tozu
minare gölgesi
hayallerin ötesi!

Açılııın :=)




Açtım
Açtın
Açtılar

Açıyorum
Açıyorsun
Açıyorlar

Açılıııın,

Yerim dar oynayamam
Eynim dar zıplayamam

Demokratik tecavüz
Barışçı terörist
Öpücük konduran kuduz köpek
Barış. kardeşlik, beyaz güvercin
Derken hepimiz ensest ilişkidemiyiz
neyiz?

Bir de geldi mini mini serçe
Aç koynuna kuş kondursun

Açma Recep din kardeşiyiz!

sardunyam

gönlü geniş, ruhu gezgin sufi merşeplilerin kırk kuralı


1. kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

2. kural: Hak yolunda ilerlemek yürek işidir,akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun,omzun üstünde ki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil !

3. kural: Kur’an dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonra ki batıni manadır. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

4. kural: Kainattatki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, onu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.

5. kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:
Bırak kendini, ko gitsin; akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

6. kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk konusunda dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.


7. kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.


8. kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.


9. kural: Sabretmek, öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.


10. kural: Ne yöne gidersen git, doğu,batı,kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.


11. kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Ssenden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.


12. kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.


13. kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca ,şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.


14. kural:Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?


15. kural: Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış birsanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.


16. kural:Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde belebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir , ne layıkıyla sevebilirsin.


17. kural: Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.


18. kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır


19. kural:Başkalarından saygı,ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.


20. kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.


21. kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi,hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek,kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.


22. kural: Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdimi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.


23. kural : Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı , kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir , ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadırne tefritte. Sufi daima orta yerde…

24. kural : Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzünde ki halifesi olduğunu hatırlayarak , buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

25. kural : Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an da burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

26. kural : Kainat yekvücud, tek varlıktır. Herşey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti herkesin yüzünü güldürebilir.

27. kural : Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır, şer çıkarsa sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin herşey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

28. kural : Geçmiş zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.

29. kural : Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten,”ne yapalım, kaderimiz böyle”deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin,ne de hayat karşısında çaresizsin.

30. kural : Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez kusur örter.

31. kural : Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bunda ki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise ,ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

32. kural : Aranızda ki perdeleri tek tek kaldır ki Allah’a saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama !

33. kural : Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışında ki biçim değil içinde ki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir.

34. kural : Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.

35. kural : Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

36. kural : Hileden,desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, sana zarar vermek istiyorsa, Allah da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan !

37. kural :Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı.

38. kural : Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım ? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.

Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa,yazık !
Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

39. kural : Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.

40. kural : Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma!Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.

Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde..

Alıntı (Elif Şafak/AŞK) mutlaka okunmalı!

12 Eylül 2009 Cumartesi

hamdolsun

TEGET GECTİ HAMDOLSUN

Amerika'da kriz çıktı
Avrupa'da dalga yaptı
Dünya'da tsunami yarattı
Ülkemizi teğet geçti hamdolsun!
Sus dediler, höt dediler
Yumağa dolaştı kediler
Ananı da al-git dediler
Alıp gittiler hamdolsun!
Okunmuyor kitap, diziler revaç
Çarklar dönmeyince, çalışanlar aç
Simdi ekranlarda desti-izdivaç
Özelimiz genel oldu hamdolsun!
Amerikan krizi ekonomiktir
Avrupa'nın derdi sosyolojiktir
Türkiye'nin krizi psikolojiktir
Hastalığımız komik çıktı hamdolsun!
Egemenlik bağımsızlık geride kaldı
Emperyalist işgal silahsız geldi
Ayarlı aydınlar özür diledi
Efendice teslim olduk hamdolsun!
Yeşil alanları imara açtık
Toprağı Batıya-Arap'a sattık
Fabrikayı- işletmeyi kapattık
Alış-veriş merkezleri açtık hamdolsun!
Kredi kartıyla meşgul vatandaş
Halkımız uyurken büyüdü yandaş
Birbirine düştü kardeş, arkadaş
Borcumuz beş yüzü aştı hamdolsun!
Tas tas çorba verdik Ramazanlarda
Torba torba kömür verdik soğukta karda
İşler tıkırında oylar sandıkta
Gene işimizi gördük hamdolsun!
Bir şeyimiz yoktu gemicik aldık
Garip gurebanin umudu olduk
İnançlı insanları kaz gibi yolduk
Uçmadılar, kaçmadılar hamdolsun!
Dişli-Dengir-Gökçek rahmetlik oldu
Milleti uyardı Kılıçdaroğlu
Amerika'dan simsiyah bir güneş doğdu
Yıkılmadık ayaktayız hamdolsun!
Söyledik millete üç çocuk yaptı
Partilim yandaşım ihale kaptı
Altı milyon seçmen bir yılda arttı
Ölüler de seçmen oldu hamdolsun!
Yola devam dedik yoldan çıkıldı
En pahalı benzin bizde satıldı
Oy veren yurttaşa kazık atıldı
Daha uyanmadı millet hamdolsun!
IMF'eyse Standbaylar yapıldı
Çaktırmadan ümüğümüz sıkıldı
Türkiye'ye Washington'dan bakıldı
Oğul-damat zengin oldu hamdolsun!
Ordu-yargı tartışıldı yıprandı
Her alanda bölünmeler hızlandı
Haşim Başkan istifaya zorlandı
Yargıçlar da ayrı düştü hamdolsun
Büyük Ortadoğu Projesine Eş-başkan olduk
Filistin'de Irak'ta istikrar bulduk
Amerika-İsrail el ele verdik
Orantısız güç kullandık hamdolsun
İhaleler birer birer kapıldı
Gazeteler yandaşlara satıldı
Bush'un üzerine pabuç atıldı
Kafasını teğet geçti hamdolsun!
Çok konuştuk laf olsun torba dolsun
Nabza göre şerbet verdik seçmenin gönlü olsun
Oylar bizim, para bizim, iktidar bizim olsun
Millet bize duacıdır hamdolsun!
İspanya'da Tayip-Zapo öpüştü
Filistin'de uygarlıklar çatıştı!!!
Katil Amerika insanlıkla savaştı
Dünya bu gerçeği gördü hamdolsun!
Atma Recep seni kardeş belledik
Sana uyup Çankaya'yı Gülledik
Mustafa'yız böyle gördük, belledik
Özümüz sağlamdır, haberin olsun!!!

MUSTAFA DURNA
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
ANTALYA ŞUBE BAŞKANI

merhaba

Sayın bayanlar baylar merhaba
Sayın olmayan bayanlar baylar sizlere de merhaba ..
Bindiği dalı kesenler
Öksürüğe göre esenler
Çabuk kırılıp küsenler
Kendi yağlarıyla kavrulanlar
El kapılarına savrulanlar, merhaba.
Merhaba bal börek
Merhaba zehir zemberek
Konuşurken mangalda kül bırakmayanlar
Halka talkın verip kendileri salkım yutanlar
Dönme dolaplar, çarkıfelekler
Sayın dönek.
Bay fırıldak ..
İlericiler, gericiler
Ben demiştimciler
Neme gerekirciler
Hepinize merhaba.....
Düşükler, kalkıklar, düşecekler
Düşecekleri yerlere tırmananlar, merhaba.
Aslanın ağzındaki ekmek
Kendinden başkasına yarayan emek
Zemzem'den kutsal alınteri
Göz nuru, gözümün nuru
Caaanım efendim, merhaba.....
Merhaba ulan kör kadı...
Merhaba.
Ey, düşüp takkesi keli görünen
Hak deyip halk cebinde eli görünen
Ali'nin başından Veli'nin başına
Veli'nin başından Ali'nin başına geçirilen külah
Tek sigortamız : Maşallah
Tek umudumuz : İyi olur inşallah ....
Merhaba.
Ey sırça köşkte oturup da komşusuna taş atanlar
Teker kırıldıktan sonra yol gösterenler
Vakitsiz öttü diye başı kesilen horoz
Suyu pisletti diye kurdun yediği kuzu
Uyan artık heey,
Üsküdar'da sabah oldu .....
Merhaba.
Gözünün üstünde kaşın var dedirtmeyenler
Üstü bıyık altı sakal diye tükürtmeyenler
Mersin'e tersine gidenler
Ey, dokunulmayan zülfiyar ....
Merhaba.
Merhaba, verilip de tutulmayan sözler
Merhaba doymayan gözler
Merhaba dolmayan göbekler ....
İskemleler, işkembeler, merhaba.
Yurdumun ağaçsız toprakları
Topraksız ağaçları İnsansız topraklarım
Topraksız insanlarım ....
Merhaba özgürlük yolunda yaralanıp yitenler
Merhaba bu yolda dökülüp bitenler
Merhaba söylenmemiş en güzel söz
Merhaba güzel yarınlar
Merhaba güzel yarınlar ......
İşte girdik alana
Selam verdik dört yana
Sözümüz anlayana
Merhaba.....................

"Bir GENCO ERKAL Siiri "

kaf


toprak iken can
varıp gidip
yok olurum mu sanırsın
izin kalır yeryüzün de
istesende gidemezsin

ruhumla can verip tenine
gönül gezegenim de
seni doğurdum
izin kaldı içimde
istedin de gidemedin

korku dağları deler
benlikten geldin
"hiç" olursun belki
yok olamazsın

bir kere var olmayagör
andan sonra yokluk haram

toprak olur ten
rüzgar olur nefes
seni içine çeker
senden doğar
artık istesende ölemezsin


sibel onbaşıoğlu

naaa!


mozaikliyorlar sigarayı

buzlu camlar ardına

ne de iyi yapıyorlar!

tuzlayım da kokmayasıcalar

kalbura bastım

çekirdek çitleyesi geldi

orostopozun

vesikalı kadınları sevmez bu toplum

en sevmeyenleri

onların yatağında en çok yatanlar

üstelik

sigarayı mozaiklerler

fakat tecavüz serbesttir!

mum kokar bacak araları

çocuklukları kaçmıştır içlerine

korkunç gözleri vardır

fitne fesat içinde!


sibel onbaşıoğlu

düş/ten


küçük bir kız çocuğu

elinde

ana karnında

kazandığı minicik kalbi

neşesi yüreği ortasında

koşuyordu

mavi salkımlı kırlara

kırmızı bir deniz göründü ufuktan

gökyüzü sararmıştı kahrından

o hiç tanıdık gelmeyenen

eski arkadaşı değil miydi?

ne olmuştu?

sanki kalbi ağrıyordu!

koşarak geldiği dağlardan

aşağı inmesi mi gerekiyordu?

zirvesine dokunamadan!


sibel onbaşıoğlu

ko(R)ku


hangi aşka başımı çevirsem

tanıdık ko(r)kular

alıyorum

hangi aşığa

nasihat etmek istesem

yaşamadan

anla(şıl)maz diyorum

koy ver gitsin ko(r)kularını

ne yaşarsa yaşasın

içinden ihanet geçse bile

her yol bir yerde biter

bitmeyeni daha hiç yaşanmamıştır!

doğurduğun senindir

sancıların bereketidir

can kadar kıymetli(n)

kan revan içinde(n)

çıkmadan...

acı ve aşk yaşadım

diyemezsin!
sibel onbaşıoğlu

sav


çiçekti adı

adı çiçektendi

önce yaprakları döküldü

sonra üzerinde ateş söndürüldü

öyle ıslaktı gözleri

yanmadı

çocuk gibi

anasının koynuna saklandı

bir mavi kuş oldu ruhu

dolaştı kızıl kıyıları

bir Çernobil faciası gibi

yirmisekizyıllık hicrana yayıldı acıları

kendi seçmişti ünlü alışveriş mağazalarından

üstüne olacak olan sancıları

ödemeyi peşin yaptı moda olan aşk acılarıydı

geldi geçti

hevesler tükenmiş

küller közlenmiş

cesetler mumyalanmıştı


amen

şiir değil


şiirlere küstüğümden beri,

şiiri küstürdüğümden mi nedir?

öyle anlamsız geliyor herşey

bir ressam hevesindeyim

resimden anlamayan!

şahane resimleri berbat ederim...

kelimeler ile ne çok haşır neşirdim

her gece ben çalardım,

onlar söylerdi

şimdi ağzımdan çıkmak istemiyorlar

öyle susmak isteğindeyim...

öyle suskunlaşmak...

öyle yalnızlaşmak istemekteyim...

bir şey sanılmaktan yoruldum

hiç olmak istiyorum...

fikr-i zaruriyetimle,

ruhları yaralı olanlar

sustuğum da

ne sanıyorlar...?

suskunluğum...

ifadesizlik değil,

çekingenlik hiç değil,

mutsuzluk sanılmasın

o hiç mi hiç değil...

kelimelerin kifayetsizliğini

keşfettiğimden

susmaktayım...


susmaya devam etmekteyim...

defter


anandan doğduğun gün

veriyorlar eline kara kaplı bir defter

doldur diyorlar

yaşayarak

sayfalarını

hayat seni kanırtarak

kan, ter, alın yazısı

karıştırıyorsun mürekkebini

yazdıkça şekilleniyor defter

doldukça silmek istiyorsun

silinmiyor yazdıkların

başka bir sayfa açmak istesende

geçmişi yerinden söküp atamıyorsun

bu yüzden herkes

sonunda kendisine sahip çıkıyor

bir avukatıda olmuyor üstelik

gönül en azılı suçlu bu işte...

kırık pencere


ıssız bir karanlıkta

sokak lambasının

yanmadığı biranda

ıslık çalıp karanlığa

geçerken,

pencerene bakıp

iyiliğini dilerken

sırtımda bir bıçak acısı içime işliyor,

bir damla kan akmadan

dönüp bakıyorum

sensin!

işte bu daha çok acı veriyor!


Sibel Onbaşıoğlu

biliyor


bilmediklerimizi

bildiğimizi sandıklarımızı

bildiklerimizi (!)

düşününce...

ne kadar az/gın olduğumuzu

ağzımı mühürleyip

tek kelime etmeyesim geliyor!


Sibel Onbaşıoğlu

tufan


dünyanın sonu gibi birşey

gri bulutlar kaplamış dört yanı

korku iliklerde,

gözlerde,

yüreklerde

bir başka mahluk olmuş

bedenlerde

değiştiremediğine inandırılmış

küçük bir oda içerisinde

bir dünya yaratılmış

oysa;

kuşlar

balıklar

kediler

hala özgür!


Sibel Onbaşıoğlu

rüya


kar yağarken

aklımdan geçen

kelimelere küs

düşlere mahpus

kendimden kaçar

söyleyeceklerimi

unuturum

anlamadın, yazık

şimdi ise umudum yok

yalan bu kadar kuşatmışsa

sahiden...

tutulacak sözde kalmamıştır.

bir rüya gördüm

dün gece

fakat anlatacak

heyecanımda yok!

ne garip,meğer herşeyimi

alıp gittiğini bile unutmuşum!


Sibel Onbaşıoğlu

düş perisi


doğduğunu bilen

ölmekten korkmaz

o hesap korkmam

ölmekten,

aslında ne gökgürültüsünden

ne karanlıktan

hatta ne kavgadan

ne de yalnızlıktan korkmadım

hurafelere hiç inanmadım

korktuğum

incitilmekti, incitmemişken

kırmadan, kırılmaktı,

onlarıda kabullendim yeniden...

fakat hala bir korkum var

özgürce çırpamamak kanatlarımı

üstelik hava bahar havası olduğu halde

ve bulutlar bembeyaz

gök masmaviyken...

hayalerimden bir uçurtma yaptım

kuyruğuna seni bağladım

benimse zaten kanatlarım var!


Sibel Onbaşıoğlu

kozmik aşk


gözleri bir kara delik,

baktıkça içinde kaybolduğun!

neresinde duracağını bilmediğin!

savrulup durduğun,

tuhaf bir haz alarak,

mahvolduğun...


gözleri bir kara delik,

simsiyah...

siyahtan daha siyah...

kör edercesine,

içine çekercesine,

kendini teslim edercesine,

tutulduğun...


kozmik bir aşk

içinde her şey var,

acı, ihtiras, kaçış, kavga

savaş, barış, vefa,ve mezar...

mabeti bile var,

ibadet edercesine tapındığın,

tanıyacak zaman yoktur üstelik...


gözleri bir kara delik

bir kere kapılmaya gör


gözleri ve sen

evren ve sen

seni çıkar aradan

gözlerindesin, sen!


Sibel Onbaşıoğlu

aynadan geçtim


aynadan geçtim

yolunu bulamamış ruh,

tenine uyamamış can,

yüzüne bakamamış göz,

göğsüne yatamamış baş,

düşünü çalamamış peri,

parmaklarına dokunamamış el,

rengini bulamamış gölge,

doğamamış güneş,

dolunamamış ay,

kayamamış yıldız,

tutulamamış dilek...


ayna tutuyorum boyuma

etimi budumu arşınlıyorum

kaç okka gelir günahlarım,

sevaplarımdan bir kafes yapılabilir mi?

timsahlardan korusun!

öc alma peşinde miydim?

nefretten zırh kuşansam,

intikam almakla uğraşamam...

söve söve,

saya saya,

dizimi döve döve,

unuturum...


Sibel Onbaşıoğlu

çöz beni


soldan sağa beş harf

alttan yukarı beş

neresinden tutsan beşte beş

çöz beni beş bilinmeyenli

denklemlerden

çöz beni bağlandığım iplerden

çıkar beni düştüğüm

kuyulardan

bul beni girdiğim

kuytulardan

duy beni sustuğum yerden

azad et ruhumu

esaretinden

kayıp şehir

kayıp ruhlar

yeni dünya düzeni

aşkın ırzına geçişler

parmak uçlarımda iz

göz kapaklarımda sis

kulaklarımda çınlama

ve sen şimdi en uzaklarda

göz bebeğinden düşen

bir damla tuzlu rakı

içtim aşk badesini

yandım, kandığım aldanışa

sen, eski sen değilsin artık

şimdi çöz beni

kanat çırpayım

mavi ufuklara...


Sibel Onbaşıoğlu

11 Eylül 2009 Cuma

içimden geçer


aşkı defnettiğim günden bu yana

her gece rüyama girer küçük bir çocuk

kapımda ağlar!

bir güneş doğumu vaktiydi

bir hoca sela getirdi

bir vaiz, vaaz eyledi

aşk huzurdan çekildi

şimdi ben hala İstanbul'da

İstanbul'la,

İstanbul'ca

kaybolup gitmekteyim

bitkisel hayatta beynim

bir şeyimi bağışlamış değilim

kalbimi almak istediler

içinde sen varsın diye

vermek istemedim!

benden bana hakkım geçmedi

senden yana baktım geçmedin!

aşk uykusuzaşk huzursuz

aşk onu doğuracak bir ana bekliyor!

bu zamanda analarda umarsız!


sat gitsin!


Sibel Onbaşıoğlu

Afganistan'da İnsan Olmak

O yürürken, içinde ne olduğunu gizleyen giysi ile ayaklı mahpushanesine kilitli kalan kadınlar, birileri böyle buyuruyor ve öyle olmasını istiyor diye insan olmaktan uzak tutulanlar, yüzünde sakal bırakmamak gibi bir lüksü bile olmayanlar...

İnsanlar...
Mahsun, yoksul, aç, cahil ve prangalar içinde...

Birileri ellerinde silah tepelerinde beklemekte...
Önce heykellere düşman oldular, yakıp yıktılar sanata dair ne varsa, şeytanca diye...

Ayakları çıplak, geri kalanları örtüler içinde...

Birileri aya üs kurarken, kendi vatanlarında esir yaşar bazıları...

Ne diye, kimin için ve nasıl?

Özgürlüğün kıymetini özgür olanlar bilmez...

Güneşin kıymetini güneşi görmeyen bilmez...
Bir yangın yeri Afganistan...
Bir felaket diyarı, Allah'ın askeri olduğunu sananlar ile Allah'ın kullarını köleleştirenler...

Nasıl bir anlamsızlık, nasıl bir akılsızlıktır bu, bu yüzyılda, nasıl oluyor bütün bunlar? Kadın sadece elleri görünür oda kadınlar içindeyse ve çamaşır yıkıyorsa...

Adam sakal bırakır, buna zorlanmaktadır...Ne diye?Birileri dinen böyle uygun görüyor diye...

Allah'ın güzel yarattığını, çirkinleştirir insanlar ki kendi kalplerinde olan çirkinlik evrene yayılsın diye...

Öyle karanlıktır içleri güneşe tahammülleri bu yüzden yoktur...

Mayın tarlalarında bir hiç uğruna bedenlerinden bir parça uzuv bırakırlar...

Korkudan hiç bir şeye ses çıkaramazlar...Ölüm böyleleri için özgürlüğün diğer adıdır...

Afganistan'da kadın olmak
Afganistan'da erkek olmak
Afganistan'da insan olmak
Artık mümkün değil.

Sibel Onbaşıoğlu

aklın sınırında


ölüm kokuyorsun

her kokladığım da sevgili

zoruna gitmesin

ölümden başka gerçek görmedim

dudaklarım her değdiğinde alnına

soğuk bir mermer dokunuyor yüzüme

parmak uçlarınsa kitlesel imha

kavrulmuş bir yürektir

nefes aldığın da içine dolan

soyutla kendini öğretilmiş ayıplardan


Sibel Onbaşıoğlu

gerçek


kırıklarım gerçekti

hafife alışınız ondandı

onaramayışım

unutamayışım

bundandı

kırıklarım gerçekti

basite alışınız ondandı

konuşurken duymayışınıza

paylaşırken almayışınıza

bakarken görmeyişinize

kırılışlarım bundandı

fakat siz hafife alırdınız!

ben birgün bana dedim ki!

beni anla,

beni duy,

beni gör!

bana benden daha yakını bulamayacaksın!

o günden bugüne

yaralarımı kendim yalamaktayım...



kırıklarım gerçekti
ve ben kendimi hafife almadım!
Sibel Onbaşıoğlu

tersyüz


yalancı cennetin
hayalet melekleri
kürtaj ettiler bütün dinleri
kutsanan ile kutsal olan
karışır birbirine
ruhsuzdur tapınak şövalyeleri
kral çıplak onüçüncü fi tarihinden
yüreksiz doğdu el öpüp, etek tutan
mezun oldu, şarlatan akademisinden