31 Mayıs 2010 Pazartesi

bilirim



düş güzelliği
tan vakti
gün ağartısı
akşam sefası

kıpırtı



Bir bebek elidir ellerim
Parmak uçlarım kanar
Yüreğimin dallarında
Serçeler yuvalanır
Şehvetle ve ihtirasla değil
Şefkatle ilgilenir

Martılara ver
İçimin ekmek kırıntılarını

sandal


Yılana düştüm
Denize sarıldım
Sükut etme anındayım
İstiridye kabuklarına
Saklan
Yosun koksun heryer
Şimdi al beni
Denize sar

hükmen mağlup


Bana yalan söylemişler
Doğru söylemek hiçte iyi değilmiş!

Yalan söylemenin erdemini
anlatmadılar...!
İçinden geldiği gibi
Aklına estiği gibi
Konuşmamak gerektiğini
Senden duymak istediklerini
Sende görmek istediklerini
Verecekmişsin


Kucağında bahar gülleri
Dilinde sevda türküleri
Koşan bir çocuktum
Dünyanın
Kapısından vardım
Kovuldum...
Ağlasam mı
Gülsem mi
Oturup gözden geçirdim
Suçlu buldum kendimi
Asmalı beni!

30 Mayıs 2010 Pazar

uyum/suz-huyum


beni bu içine giremediğim
dışına çıkamadığım
derleyip toplayamadığım
içine edemediğim
sevemediğim
sevdiremediğim
dünyaya gönderen her kimse
ve neyse
ona saygılarımı
arz ediyorum...!

sev-i


kuzguna yavrusu şahin görünürmüş
valla bilmem daha önce hiç kuzgun
tanıdığım olmadı, soramadım...

mevsim


Şimdi kiraz mevsimi
Arkasından deniz
Sardunyanınsa mevsimi
Uzun sürer
Marttan, Ekim'e
Hatta zorlarsa
Kasım'a kadar
Ama sardunyaları
Kim takar?
Mevsim kiraz mevsimi
Arkasından deniz
Yelkenlilere doluşup
Enginlerde yüzmeliyiz...

prens-es


Ben çocukkende prenses olmadım hiç
O ünvan üstümde hiç iyi durmazdı
Beni hep anne yaparlardı
İtiraz etmezdim
Bütün çocuk arkadaşlarımın
Annesi oldum
Ama prenses olmadım
Bu yaştan sonra mı olacaktım?

Bana aşık olurlardı
Ama ben onlara aşık olunca
Her zaman kaçarlardı
Demek ki
Aşkta üstümde iyi durmuyordu!

Ben anne olmalıydım
En iyi arkadaş her zaman
Bütün eski aşıklarımla
Olduğu gibi

Prenses ve aşk
Benden çok uzak

An-la-m


"Dünyada aptallık yarışması yapılsa, birinci olurdum"

Bundan sonra duyduklarıma
Asla inanmam
Herkes yüreğiyle konuşmuyormuş meğer
Bakkala gidip abi şurdan sigara ver
Demek gibiymiş sözler bazen
Duygusuz
Hissiz
Anlamsız
Basit

Ve sonra çıkıp gider herkes
Bir eyvallaha bakar yaşamlar
O kadar

yara


Canım yanıyor
Çok acıyor
Anne
Öpsene geçsin
Ama ben düşmek
İstememiştim!

kimbilir?


ben bilmem mesela
artık hiçbir iddiam yok
bildiğimi sanmaktan
yoruldum
sanılarla yaşanmıyor
sadece yoruyor hayat
ben bilmem mesela
artık konuşmayı unuttum
hangi dilde
tercüme edilir
hissettiklerim.
konuşmakta
bir işe yaramıyor
ben bilmem mesela
şarkılar anlamsız
besteler hazanda
yaprak yaprak
dökülür keder
ben bilmem
göremem bile
kör
sağır
dilsisim
bir o kadar
dinsizim
ben bilmem mesela
adın neydi unuttum
bir ismin var mıydı?
senin...
ben bilmem mesela
aşk nedir?
yenir mi?
içili mi?
su çürüdü...
yaz, çiz, boya
sanatçısın şimdi
ama
ben bilmem mesela
şiirlerim kimsesiz
şarkılarım hissiz
adını aşk koyduğum
anonim artık
sahipsiz...

ben bilmem mesela
aşkı benden sormayın
hiç yaşamadım
nasıl anlatayım?

mısralarından
su damlar
sardunyalar
ıslanır
büyür mü?
büyür... mü?
ben bilmem...

29 Mayıs 2010 Cumartesi

köz



Kendi içinin
Harıyla
İçten içe
Yanmasına izin verilmemiş
Tazyikli su ile
Alevi söndürülmüş
Bir ateşin
Közüyüm şimdi
Ne yaşamayı
Ne yanmayı
Becerememiş!

21 Mayıs 2010 Cuma

Kendime kendimden nasihatler


Gönül oyunları sana göre değil
Akılla oyna oynayacaksan eğer
Saat yönünün tersine işlerken
Zihnini diğerlerine benzetemezsin
Binlerce eğrinin olduğu yerde
Sırıtmakta olan bir doğru gibi
Göze çarpıcı
Eğrilere göre itici
Belki de can sıkıcı
Farkının farkındalığıyla
Sevmektesin kendini
Gördüklerinden
Duyduklarından
Sırrına vardıklarından
Bir sen doğar rahminden
Kendine bakar kanarsın
Bahzemezsin hiç kimseye
Aşkıda sahiplen
Nefretide
Yen kaybetme korkularınıda
Senin olmayan
Hiç birşeyi kaybedemezsin
Düşler kuruyorsun
Anlatabilsen
Bilim-kurgu türünden
Anlatamazsın
Bedenler vitrinde şimdilerde
Beyinler örtülü
Varlığından haberdar olmayanlara göre
İhtiyaç fazlası gibi
İşlevsiz
Onlar senin rüyaların
Sadece seni heyecanlandırır
Çoğu sadece seyircidir
Oysa sahne senin
Oyna dilediğince
Ağla, döğüş, seviş
Vur, öldür, öl hatta
Ama benzeme başkalarına
Sen gibi kal
Doğduğun gibi
Aykırı ve sevimli

ruh-tuzu


Mitolojik bir kahramandır ruhum
Aksiyon filmlerine konu olacak türden
Herşeyi bir cengaver gibi yaşar
Aşkı
Öfkeyi
Ortalaması olmaz bunların içinde
En dipte ya zirvede
En içten ya hiçlikte
Başka bir dünyadan
Sürgüne gelmişcesine
Benzersiz
Uyumsuz
Ve alabildiğince huzursuz

18 Mayıs 2010 Salı

boş/hayat


Hayat bazen elinde bir sünger
Gelmiş geçmiş bütün öğrettiklerini
Baştan sona siler
Yeni bir başlangıç gibi
Ya da kara kalem ile
Üstünden geçer
Çizer anılarını
Tekmili birden altta kalsada
Aslında hiç silinmez

En acımasız öğretmen
Disipline sokar herkesi
Herşeyi
O'nun zaman kavramı
Olmadığı gibi
Ve dahi
Vazgeçilmez diye
Birşey yok
Diyor...
Herşeyden geçilir
Can dan bile
Canandan geçmesi mi zor
Diyor...

Bir boşluk ki
İçimde gittikçe büyüyor
Çocukluğum geçiyor gözümün önünden
Elimde horoz şekeri
Saçımda beyaz kurdelem
Aklımda saf hayaller
Sonra uyanıyorum
Herşey boş
Herkes boş
Aklım
Kalbim
Zihnim
Anılarım
Kendim
...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Benim adım aşk!



DERS 1:

"Sen aşka emek vermedin... Yaşamamız gereken en mutlu anları ikimizede zehir ettin, böyle acıtmamıştı hiç kimse yüreğimi, oysa ben beni tanıyacağını ve anlayacağını sanmıştım..."

Şarkılar mı aldattı seni? Sadece heves mi ettin?

Aşk hatır sormaktı, günde bir kez olsada sesini duymaktı, aramaktı, özlemekti, sarmaktı, birbirine karışmaktı iki ırmak gibi, ama kaçmak değildi... Yanıtsız bırakmak, hatır sormazlık değildi, aşk konusunda ne kadar cahilsin sevgilim...

Tıpkı, şeker isterim diye tutturan, sonra yemem ben bunu diye fırlatıp atan nankör bir çocuk gibisin... Her istediğine kolay ulaşmış, emperyalistler gibisin... Üzgünüm ama kalbimi sömürmektesin... Bir işgalci gibi, bir kapitalist gibi, bir hırsız gibisin... Bense AŞK emekçisiyim...

Esareti altına almış, çekilen acıları umursamayan, kırdığı kalpleri görmezden gelen hayatında hiç çiçek koklamamış, bir kedi başı okşamamış, seve/memiş...

Ağızdan çıkan sözler senettir, doğruluğuna inanırım hele söz konusu aşksa inanmak imandır benim için... AŞK'a itaat ederim... Bütün yalanlara ve göz göre görelere rağmen yine aldandım...

Hayata küsmeye çalışan, sahte acılar yaşayan biri... Oysa ne acıdan ne de hayattan haberin yok senin... Acılar genelde benim gibilere düşer, çünkü benim gibiler bilir simitle gazozun tadını, anne eliyle kızarmış patatesin damağında bıraktığı tadı, yol parası bulamayıp kilometrelerce yolu yürüyerek gitmeyi, sonra geri dönmeyi, bayramlarda alınan elbiselerin anlamını, aylarca hayalini kurduğu ayakkabıyı giymenin keyfini ve sonra onun kıymetini benim gibiler bilir ancak...

AŞK'ın yükü ağırdır, zayıf omuzların sırtlayamayacaksa neden meyledersin onu taşımaya? Oyuncak mı sanırsın?

Aşk sadece şarkılara sığınmak değildir, kendi şarkını bestelemektir, duygularını şarkılarla ifade etmeye çalışan liseliler gibi yaşanmaz aşk, kendi sözlerini söylemektir... Haz almak ve haz vermektir... Bulutlara ve evrene ulaşmaktır araçsız/aracısız... Şiir okumak değil şiir olmaktır aşk... Şiir yazmak değil şiir kokmaktır... Güftesi bestesi kişiseldir aşkın, alıntı değildir...

Korkusuzluk, uykusuzluk, sarhoşluk ve şaraptır aşk... Kızıl bir nehir gibi akmaktır... Yirmidört saatin yirmidört saatini onu düşünerek geçirmektir... Ucuz romanlar okumak değil...

Aşk acıya dayanma gücüdür aslında, doğurmaktır defalarca aynı acıyla, kan revan içinde kalıp yaralarını yalamaktır aşk... Başını yastığa koyduğunda boş yastıkta kokusunu çekmektir içine sevdalısının... Baştan ayağa onu giymektir, herşeye rağmen diyebilmektir aşk... Kusura bakma sevgilim sen aşk/aşık olamayacak kadar toksun...

Aç olan, kilometrelerce yolu yürüyerek gelen, heyecandan kalbi duracak gibi olan ve ona kavuştuğunda kıymetini bilen benim...

SENİN ADIN AŞK DEMİŞTİN, söylediğin tek doğru buyru evet AŞK benim... Benim adım aşk...

Patika yollarda çıplak ayak yürümek, dikenli telleri avuçlamak... Hayal kurmak ve gerçeğe ulaşmaktır, mayınlı tarlalardan geçmek ve sevgilinin gözlerine odaklanmak... Korkmamaktır, şövalyeliktir, amazon kadını olmaktır... Savaşmak, mücadele etmek ve bedelini ödemektir AŞK...

Kolay oldu senin için yine, kolay elde ettin beni, hayır demedim değil mi?

(oysa ben bilirim ki hayatta bazı şeyler bir kere gelir insanın başına ve asla hayır demem ben ona, yani hayır demediğim sen değildin, adını aşk koyduğumdu, nereden bilecektin)


Ete/kemiğe bürünüp AŞK olup geldim, hiç bilmediğin için anlamadın, alamadın!

Sözün özü sevgilim, sana düşen yoksulluk bana düşen zenginlik, çünkü aşkı bulan benim...

Bütün tutkumu verdim, geri almasınıda bilirim... Aldım gitti, bu masalda burada bitti...

14 Mayıs 2010 Cuma

Bana


Önce dip-depresif
Derin ve karanlık
Hüzzam besteler yapar
Sonra kuş olur
Kanatlanır ufuklara uçar
Hayat bu ya
İndirir
Kaldırır
Hep aynı oyunu oynar

kıssadan


Bize düşen yine şiir yazmak
Bu aşk iki şeye yarıyor zaten
Ya sarhoş ediyor
Ya şair
Kah sarhoş olduk
Kah şair
Ama büsbütün aşk olamadık bir türlü
Boyunu aşan sevdalara
Açmayacaksın kanatlarını
Nefesin yetmez
Bunca yolu uçmaya
Küçüksün daha


Canım çekti
Bir çocuk gibi
Geldim aldım
Sonra bıktım
Yarısında bıraktım
Bu kadar
Hevesti geçti
Aşktı arzuladığım
Tadına bile bakamadım
Gözlerimi kapayıp
İpeksi saçlarını
Kokladım
İnanamadım
Yatağa döşeğe geçti
Terimin tuzu
Orda bıraktım
Sol yanımda uyudu
Aşk...
Uyanıp uyanıp
Baktım
O benden sıkıldı
Ben ona doyamadım
Kendimden soyunup
Ona giyinmişken
Çırılçıplak
Ortada kaldım

sızı


Ne vakit kalbimi açmaya kalksam
Bir hırsız sızıyor içime
İnsanları tanıyan gönlüm
Her defasında bu belki diyor
Bir ihtimal
Ama olmuyor
Bile bile ladesten başka olmuyor
Önce sızdıkları kapıyı kapatıyorlar
Ardından sıkıca
Sonra korku belası
Kaçacak delik arıyorlar

Aşk kim o kim?
Anlar mı yüreksiz
Sevdalanmaktan
Bilmediği şeyden korkar
İnsan

İş güç mevki saltanat
Zevk-i sefa
Gündelik haz
Anlık heyecan
Ayak üstü tükenir
Aparatif sevdalar yaşar
Kalplere sızıp
Gözlerine inanamayanlar

Hayalperest-pinokyo



Uzun zaman oldu öğreneli
Bazı şeyleri
kanmadım kimseye
kendimi kandırdım sadece
sözünün eri değil insancıklar
dünya gibi
Dönüyorlar
Geceden güne
Günden geceye
Eski zamanlardan kalma biriyim
Eski aşkları arıyorum
Yeryüzünde kalmadığını
Bile bile
Unutulmak istiyorsun
Platonik aşkların adamı
Unutulacaksın
Belki hiç hatırlanmayacaksın
Sadece zaman lazım
Yine aşkı arayacağım
Hayalperest ruhumla
Zaptedemeyeceğim
Bir sancıyla
Umutsuz olduğu kadar
Umarsızlığımla

10 Mayıs 2010 Pazartesi

çok


Çok yoruyorum seni
Biliyorum çok,
Her an heryerden
Çıkıyorum karşına
Bıkıyorsun belki
Çok soruyorum
Biliyorum çok
Hatta sitemlerime
Kızıyorsun çok
Çok arıyorum seni
Israr ediyorum
Sıkılıyor musun çok
Anlıyorum aslında
Aradığım kadar
Biliyorumda
Yine tutamıyorum
Kendimi
Sensiz geçen yıllara inat
Kayıp zamanlardan çalma çabası
Yoruyorum seni
Soruyorum seni
Biliyorum seni
Arıyorum seni
Anlıyorumda
İstediğim heran
Göremiyorum ya
Ölüyorum yavaş yavaş
Ne yemek ne içmek
Bir tek sana açlığım geçmeyecek

AŞK/... RFK


Nasıl başlamıştık hatırlıyor musun?
Bir çekim gücüyle çektik birbirimizi
Biranda oldu herşey,
Seni tanıyordum, sen O idin,

Sonra o garip çekimin yerini
Başka garip itme aldı
Bu bir tabiat olayı mıydı?

incelir incelir kopar

Hayatı anlama ve anlamlandırma çabasından yorgun düştükçe daha fazla anlam yükler oluyorum yaşama! Şimdi senden önce ve senden sonrası değişti hayatımın, bundan sonrasından çok korkuyorum... Git demenden korkuyorum. Gözlerinden mahrum kalmaktan korkuyorum... Sanki gözlerinsiz yaşamamışım hiç, onlar olmadan güneş doğmamış, gece olmamış gibi... Hissediyorum gidiyorsun aslında gelişinden çok daha hızlı adımlarla...
Nereye ve neden gittiğini bilmeden, seni tutacak kadar güçlü değil kollarım ama gitme... Bu armağanı elinin tersiyle itme... Korkma, korkun sadece aşkın adından mahrum olmaktan olsun aşk, ölüme giderken koşar adım dünyanın zindanına düşürme bizi...
Hani nerede o deli cesaretin?

Aşk mutluluk mu mutsuzluk mudur demiştin, mutluluktur dedim... Mutlu olmaktan mı korkuyorsun sende? Mutsuzluğun bedeli yoktur ama aşkın bedeli olur sevgili...

Gözlerimizi sevişmekten alıkoyma...

Gel birlikte ölelim de sendenn önce ölmezsem adımı kahpe koy sadece!!!

9 Mayıs 2010 Pazar

anlamam


işveden
cilveden
anlamam
yalandan
dolandan
anlamam
aşk oyunundan
anlamam
içim yanıyorsa
aklamam
ama korkularım var
saklamam
aşktan utanmam
utanırsan
anlamam
adımı adınla yazarken
adımdan uzak durursan
anlamam
alenen söylerken aşkı
birden yüzünü dönersen
anlamam
konuşacak çok şey varken
susarsan
anlamam
içimde bu kadar harlı yanarken
yaktığın kalbimi
uzaktan izlersen
anlamam
bu bir oyunsa eğer
ya da sen korkarsan
bilmediğim şeylerden
ben anlamam
duygularımı söylemekten
ayaklarına kapanmaktan
huzurunda el pençe durmaktan
emrine amade olmaktan
utanmam
ben riyadan
anlamam
senin adın aşk
aşkı sen yarattın
buldumsa şayet
korkup saklanmam
çıkıp meydana
avazım çıktığı kadar
haykırırım
aşığım
ben birtek
bundan anlarım

8 Mayıs 2010 Cumartesi

otopsi


içimde milattan kalma bir ateş
harlanarak yakıyor benliğimı cayır cayır
ölmek bu kadar acı verici olamaz
seni hiç bulmamak mı
daha az acı vericiydi
yoksa bulupta alamamak mı?
seçemedim
bilemedim
unuttum öğrendiğimi sandığım herşeyi
tutuştum gözlerinin kıvılcımıyla
istemem artık ne cennet ne cehennemi
beni sensizliğe mahkum eden evrense
lanetliyorum o evreni
zerrelerime ayırsınlar beni
verdikleri bütün rütbelerden soyundum
bir sivilden daha çıplağım şimdi
beni sensizliğe mahkum eden yargıçın
kalemimi kıracağı günü beklerim
gözlerini benden çevirdiğin gün
müebbetle zindanlara düşerim
üstümden sıyırdım bütün giysilerimi
etlerim kemiklerim ruhumu zaptedemez
bir tek sözün yeter bana
gel desen
gelirim kapında köle olmaya
git diyeceğin güne kadar
git desende gidemeyeceğimi bilirim
artık ben yokum
sen varsın içimde
senden gayrı hiç birşey yok!

2 Mayıs 2010 Pazar

dürtü

sınırlar arasında

sınırlar arasında
Hayalleri mi de alıp götürdün giderken, keşke onları alabilseydim senden...
Ben, bu devrin aşığı olamadım, ayak oyunlarına, ayak uyduramadım, ne çok açık kapı bırakmışım meğer, içimde çalınmadık elmas, yakut, inci ve mercan bırakmamışlar...

Kalbim bomboş derler ya, işte öyle... Ama bildiğin gibi değil, içimde değer kalmadı... Öyle boş... Bomboş...
Şimdi öğreniyorum, hayatın acı gerçeklerini... Dostun bile gerçekte dost olmadığını, kardeşin bile kardeş...

Bir anda ters esince rüzgâr, değişiveriyormuş beklentiler...

(Herşey değişiyorda ben hala üç nokta koymaktayım yazdıklarıma, bu değişmiyor)

Anlam yüklemekteymişim herşeye, bir ahşabı boyamak gibi birşey, kuru, yalın renksiz bir çerçeveymişsinde, her renge boyamışım... Kendi boyadığım çerçeveden görmüşüm seni... Aşık olmuşum...

Sende bundan mı korkuyordun?
Seni her şeyden çok sevdim derken, acaba ben bunuda mı uyduruyordum?

Hadi gözlerim yanlış anladı, kulaklarım yanlış duydu, kalbim yanlış hissetti! Peki ya okuduklarım? Olabilir, okuduğumuda anlamamış olabilirim... Haklısın...

Şimdi bu bile bende bir aşama, dün arabanın içerisinde geçirdiğim travma ile içimde bulunan tıkalı damarlar açıldı belki... Yazıyorum... Yaz/ı/yor/um, yorumlamayasın... Bu kendimle yüzleşme... Sen içinde yoksun, hiç olmadın... Bay X, çerçevesini boyadığım, elmaslarımı, yakutlarımı, incilerimi, mercanlarımı çalan hırsız...

Aşk sana dokunmaktı bir zamanlar
Aşk ağlamaktı sebepsiz
Aynı noktaya bakmaktı...
Gözgöze gelince gülmekti...
Her sabah telefona bakmaktı,
Anlam katmaktı, doğan güneşe...
Şimdi herşey yapayalnız...
Kelebekler konacak çiçek arıyor bahçemde...

Biliyor musun?
Gözüme bakıp içinde ayıp arayanlar
Bir şey bulamadılar!
Açtım gözlerimi kocaman, daha iyi görsünler diye, kendilerine inanamadılar!
Çok uzun zaman oldu sevdiğim şarkıları dinlemez oldum, şarkılardan bile kaçar olmuşum... Ne çok yutmuş, ne çok tutmuşum, ne çok kırılmış, ne kadar çok kaybolmuşum...

Artık anlamsızlıklara anlam yükleme çabamsında değilim...
Kendi anlamsızlığımda yok oluşun tadını çıkarıyorum...

26 şubat 2009

ses

ses

Dalgınmışım
Yorgunmuşum
Kırgınmışım
Kızgınmışım
Deliymişim
Huysuzmuşum

Evet dalar giderim çoğu zaman, baktığım boşluğu görmeyecek, yanımda konuşulanları duymayacak, anlatılanları anlamayacak kadar üstelik...

Dalıp dalıp gitmelerimin, yolda karşılaştığımın yanından kör gibi geçmelerimin nedeni bu arsız ruhum...

Ne düşünüyorsun bu kadar diyorlar, çoğu kez altında başka manalar arayarak!

Oysa aklım nerelerde!

Şimdi ben buradayken, böylece duruyorken, dünya dönüyorken işkence görmekte olanların çığlıklarından, tacizci amca, dede, baba, abi v.s. ile karşılaşan küçücük çocuğun korku dolu gözleri ile gözüme bakmasından, töreydi, namustu, namussuzluktu, esasında günah keçisi bulmaktı adı ya işte o cinayetlere kurban edilen, onlar ölürken derin bir ohh çeken ERKEK(!)lerin vurduğu kadınların, ellerime tutunmaya çalışan buz kesmiş ellerinden, Kanadalı kürk avcılarına bebeksi gözleri ile bembeyaz bakarken, başlarına yedikleri sopaların acısını ensemde hissettiğimden, arabaların altında kalıp can çekişen sokak kedileriyle ruhum ezilirken, midem bulanırken, başım ağrırken sigaradan bir zehirli nefes daha çekerek dalıyorum işte...

Küsüyorum işte...

Ya hiç görmemek bir ödüldü başkalarına
Ya herşeyi görmek bir lanetti benim gibilere...

Suçlular ödüllendiriliyorken, masumların darağaçlarına gönderilmesinden nefret ediyorum...

Allah diyen dillerin altında saklanan şeytanların pis kokulu yalanlarından tiksiniyorum...

Koca koca kodamanların, yüksek yüksek kürsülerde "cağız, ceğiz, cektik, caktık" demelerinden kulaklarımı tıkıyorum...

Hüseyin Üzmez’lerden, onu aklayanlardan, taciz ettiği çocuğa "psikolojisi bozulmamıştır" raporu verenlerden, vicdanları sızlamayanlardan, utanmayanlardan ya sabır çekerek dayanamıyorum...

İnsanların vicdanını sömürerek paralarını bağış adıyla alıp menfaat sağlayan Deniz Feneri gibi kirli kurumlara tahammül edemiyorum...

Güneydoğulu çocukların çıplak ayaklarını görmeyen, onların üzerinden siyaset yapan politikacıların boğucu seslerine irkiliyorum...

Dünyanın her yerini kan gölüne çeviren çocuk katili devletlerin, palavrayla şov yapan başkanlarından gözlerimi kapatsamda kaçamıyorum...

Geceleri insan etiyle beslenip, gündüzleri insan hakları savunucusu kesilen vampirlerle aynı havayı solumamak için nefesimi tutuyorum...

Hayvan katliyamları yapan avcılardan, kurtaramadığımız her canlının vebaliyle uykusuz kalıyorum...

Üzerinden araba geçen sokak köpeğinin sakat bacağını sürüye sürüye kaçmaya çalışırken baktığım, beni delip geçen gözlerinin ateşinden sıtmalanıyorum...

Beş yıldızlı otellerde, lokantalarda ya da lüks evlerinde şımarıklık edip çöplere atılan yiyeceklerin varlığından haberdar olmayan, açlığın acısı ile herkesin aç
olduğunu sanan Afrikalı çocukların hüzün dolu bakışlarından korkuyorum...

Annesi, babası bir hain kurşunla kurban giden çocukların topladığı mezarlık güllerinin kokusuyla dağlanıyorum...

Bütün dünyada hergün aç uyuyan milyonlarca insanı görmeyenlerin hayrına yaptırılan ektra süper lüks camilerle hidayete ereceklerini sanmalarını anlayamıyorum...

Papa bilmem kaçıncı şeyin, dışına giydiği beyaz örtünün altında sakladığı zalimliklerin farkedilemeyişinden bağırmak istiyorum...

sonra böyle dalıp dalıp gidiyorum

Ekim 2009

ne desem? (doğaya)

Ne desem?

Ne desem?
Aylardan Kasım...

Kasımpatı kokarken sokaklar, önünden geçtiğim her ağaç dökülen yapraklarıyla selamlarken beni ve birlikte gezindiğim sonbaharı... İçime anlatılmaz duygular çörekleniyor. Adına ne hüzün diyebilirim bunun, ne sevinç... Öyle karmaşık, öyle içsel...

Biraz ağlamaklı, biraz hayranlıkla bakıyorum sarıya çalan doğaya... Öylesi sana ait hissederken kendimi, senden koparılıp atılmış bir yaprak gibiyim şimdi... İçim parçalanıyor... Dudaklarımdan çıkmak için sıraya giriyor kelimeler ve hepsi birden üşüşünce hiçbiri çıkamaz oluyor biranda... düğümlenip kalıyorum işte böyle, ne desem, ne söylesem ya da neyi tutsam içimde bilemeden sürükleniyorum sel suyuna kapılmış kuru bir dal gibi...

İçimde koşup gelmek duygusu var sana doğru... Bir daha senden kopmamacasına... Şimdi seni düşlerken sanal kuramlar sürdürüyorum yeni çiftlik evimde... Hayal ne vazgeçilmez bir duygu... Ne denli iyi edici kalpleri... Ve şimdi farkettim ki hala üç nokta koyuyorum yazdıklarıma ve sana... Bitmesin, bitemesin ve sürekli akıp gitsin ister gibi...

Nerden kalmıştık, ne demiştik en son, çare neydi bu yarayı iyi etmeye hatırlıyor musun? Kutuplardan, ekvatora doğru kah eriyen, kah kaynayan, kah sel olup akan sular gibi öncesi sezilmiş fakat önlem alınamamış doğal afetler gibiyim... (Kedim ve ben...) Kuruyan bahçelere dökülecek bir damla su kalmadığında genetiğimizle oynayıp bizi garip organizmalara dönüştürdüklerinde, birde ateşli hastalıklarımızı aşı ile iyi edeceklerini vaadedip sürüye kattıklarında saat kıyamete mi denk gelir?

Demiştim sana aklımda tonlarca düşünce, ağzımın içinde kalabalık kelimeler çıkmak için acele etmekteler... O sebeptir ki işte böyle saçma cümleler kurup anlaşılmaz olabilmekteyim...

Son zamanlarda ya hiç yağmıyor yağmur ya da birden boşaltıyor bütün enerjisini üstümüze... Bir şey söylemek ister gibi, çığlık atar gibi, korkar gibi, gelecekten, gelemeyeceğimizden... Milyonlarca insanı korkuyla sindirmeyi başardılar engerekler. Oysa Ataol Behramoğlu ne demişti bir şiirinde...

TEK BAŞINALIK

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü biri
Ve hiçbirşey yapmamaya karar verdi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir öteki
Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir üçüncü
Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü yüzbinler
Ve tek başınalıklarını sürdürdüler

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü milyonlar
Milyonlarcaydılar

Ve tek başınaydılar
Bu arada birileri
Onlar adına
Karar vermekteydi

Tek başına olduklarını sananlar
Topluca ortadan kaldırıldılar...

İşte tamda böyle sen orada ben burada tek başına... Ve tek başımıza ortadan kaldırılacağımız günü beklemekteyiz...

Ne desem?

kasım 2009

tetikçi

tetikçi

tetikçi
Bir dokunsan bin ahh işitirsin halimden, fakat ben ahh edemez oldum...
Bir dokunuyorum bin ahh işitiyorum herkesten...
Gülümsüyorum,
Bu aralar olura olmaza, kendime ve herkese gülümsüyorum...
Bu iyi birşey mi dersin?

( Büyükler derlerdi ki, "Allah çekemeyeceği derdi yüklemez kuluna" öyle mi acaba? )

Oysa bütün ölümler acı, bütün kayıplar derin, bütün ihanetler can yakıcı...
Oysa, her yeni gün, her yeni yıl takvimlerimizin eksilen sayfaları... İlk günden, ilk andan ve ilk gözyaşından beri...

Aklıma dolanlar,sırtıma aldıklarım, uçurumdan aşağı düşen dünya çocuklarını kurtaracak kadar feda ettiğim kendim... Öyle güçlü hissettiğim anlar sanki dünyayı değiştirecekmişim, sanki bütün kötülükleri silecek bütün kötüleri öldürecekmişim gibi komik hislere kapıldığım anlar... Kendimi evren kadar geniş, sonsuzluk kadar büyük, sır kadar güçlü sandığım anlar... Birden uyanışlarım ve kendimi bir serçe kadar ürkek, bir kelebek kadar narin, bir bebek kadar masum sandığım anlar hep birbirine denk düşer...

Sonra felsefesini okuduğum evren, herşeyi çözdüğüm anların ardından başlar yeniden başlayışlarım... Ben hiç yanılmadığını söyleyenlerden değilim, çoktur yanıldığım ve belkide herkesten çok ben yanıldığımı anladım... Bildim ki, aslında her yenigün yeniden başlamalı düşünmeye anlamaya sormaya... Silbaştan... Ki düne ait önyargılarından arınayım...

Bedeninin kıvrımlarıyla, beyninin kıvrımlarından daha çok ilgilenen insanlardan hiç olmadım,zaman zaman öyle mi olmalıydım diyede kendi kendime sorarım... Bir hayvan gibi mi yaşamalı anlamlandırmaya çalıştığımız herşey aslında bir o kadar anlamsız mıydı?

Doğum neydi, yaşam neydi, ölüm neydi? Nedendi... Nedensiz miydi? Sanılarımız mıydı bizi biz yapan ve sandığımız kadar mıydı herşey, insan neden anlamlandırmak isterki? Bazen anlamsızda olamaz mıydı evren?

Ölüm herkes için tek benzer şey... Hepimiz sadece o an eşitiz... Ölürüz ve öleceğimizide biliriz... Peki o zaman bunca kan neden? Bu sonsuz hırs ne için, nereye varıncaya kadar bilemem...

İnsanların kimi var, kırılmış dallarına kıyamaz bir ağacın, kimi var ırzına geçmekte insanlığın... Neden?

Ağlamaklıyım hayli zamandır fakat damla akmaz gözümden, içimde anı bekleyen bir tetikçi var görev süresi henüz dolmayan... Ağlasam yıkanır mı içimde tuttuklarım, akıtamadıklarım...? Anlatamadıklarım anlayamadıklarım... Ne kadar çaresizim ben...?

Hayat bir ironi sahnesi, yaşam onun dalkavuğu... Sahne hiç bitmez ve perde hiç kapanmaz seyircilerdir ve oyunculardır değişen... Kimimiz bazen sahnededir bazen koltukta... İzleyiciye her daim mesaj verir sahnedekiler... Seyircinin çoğu mesajı aldığı yerde bırakır gider... İşte o an sorarsın kendine bütün bunlar neden? Eğer bir mesajı yoksa bu yaşamın ve bu oyuncuların ve kötü bitecekse bu filmin sonu o zaman koskocaman bir neden ve kahrından ortasından ikiye ayrılmış bir elmayım ben... F.Ç.G/S.O.V...

Basit sorular karşısında apışıp kalırım beynimi zora programlamış üreticiler... Reflekslerim güçlü hayat kurtarırım bazen, fakat öyle anlar olur, donar kalır aklım kasap havası oynarken...

İnsanım ben, nereye ait olduğunu bilmeyen, içinde özgürlük aşkı, bağımsızlık telaşı dolu... Her insan gibi tuhaf, kaçık, vahşi biraz ve kimse gibi değilim esasen...

(diğer parçama, eksik tarafıma, bildiğim bütün değer yargılarımın üstünde tuttuğuma en sadık hissiyatımla) F.Ç.G...

16 kasım 2009

yok/um aslında ben!

Yoksulluk ve yoksunluk aynı şeyler değil. Yoksulluk giderilebilir birşey ama yoksunluk ebedi olabilir...!

Aynaya baktığımda yüzümde korkunç bir olgunluk, sonsuz bir durgunluk, anlamlı bir bakış görüyorum artık. Ne kadar çok biriktirmişim meğer... Çok eskiden yılda bir kaç kez boşaltırdım tavanaralarımda kalanları, biriken tozlanan örümcek ağı bağlayan duygularımı... Şimdi hissizim... Morfin yutmuş gibi... Halsizim...

Geçenlerde hiç tanımadığım ve beni ilk kez gören biri "gözlerinizde korkunç acılar var gibi, bakışlarınız insanda tuhaf bir korku duygusu yaşatıyor" dedi... Gidip aynaya baktım... Oysa saklıyorum içimdekileri sanmıştım... Sizin mesleğiniz nedir diye sordum, psikoloji okudum ve danışmanım dedi... Artık yüzümde ve gözlerimde durağan bir acı kalmış, görüyorum onu kendime her baktığımda...

Dünya böyle bir yer, hepimiz aynı yollardan geçiyoruz fakat o yol herbirimizde farklı izler bırakıyor... Hepimiz aynı filmi izliyoruz fakat film hepimizde başka hisler uyandırıyor... Hepimiz insanız ama parmak izlerimizin olduğu gibi, duygularımız, hislerimiz, düşüncelerimiz bambaşka... Bütün kahverengi gözlüleri nasıl katagorize edebilirsiniz hepimizin gözleri başka bakar evrene...! Nasıl diyebilirsiniz gözleriniz başka renk ayrışın ve yeryüzünün bütün kahvegözleri birleşin? Olabilir mi?

Hep tek ve yageneyiz ancak bir o kadarda bir arada... Nazım’ın da dediği gibi bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşce...

İnsanların gözlerine bakın, orada saklı bulacaksınız duygularını... Korku salıyorlar üstümüze... Korku sindirir insanları, korku yıldırır... Duygularınızı derin donduruculara kaldırmayın içinizde saklamayın hissettiklerinizi... Kaçırmayın birbirinizden gözlerinizi...

Geçmişimizdir öğretmenimiz, yaşlanıyoruz yaşıyoruz, biz zamana ve mekana mahkum edilmişiz... En çok bedenimizin esiriyiz, en çok bedenimize tapınıyoruz... Vazgeçemiyoruz onun komik ve tuhaf egolarından, her geçen gün biraz daha esiri oluyor aklımız... Oysa salt akıl öyle mi?

İnsana acı verende bedeni değil mi? Küçük kazalardan tutun, aşk acısına kadar en çok neremiz acır? Kimi acıya, kimi zevke tutunuyor böyle... Ama illaki bedenine... Ehlileştiremediği yegane hayvan insanın ta kendisi... İşte önümüzde bir bayram bayramın adıda kurban... Neye, kime ve nasılını düşününce bile insanım diyenin midesi bulanıyor... Aslında her insan kurbanıyla sadistçe duygular yaşıyor... Belkide hiç farketmeden...

Kaç kişiyi kurban ettiniz kendinize geçmişinize dönüp bir sorun bakalım?

Bedeninize daha nice yeni hazlar, yeni acılar ve yeni tatlar katacaksınız kimbilir, daha kaç kez ağlayıp kaç kahkaha atacağız kimbilir? Hatta daha neler öğreneceğiz yaşadığımız sürede, sonra gözlerimize kaç yeni yaşanmışlık çiziği atacak hayat kimbilir?

Gidip aynaya bakmayacağım şimdi, gözlerimin yorgunluğu uykumu getiriyor vakitsiz uyumak istemiyorum malum zaman esasen uyanma zamanı, açıp gözlerimi kocaman kocaman etrafıma bakıyorum...

Sessiz, sakin ve yorumsuzum...

23 kasım 2009

küresel sapıklık

KÜRESEL SAPIKLIK

Gündemi kimler nasıl belirliyor değil mi, tartışmak istediğimiz konuyu bile kendimiz seçemiyoruz... Heryerde hep aynı konular ve hep aynı cümlelerle tartışılıyor! Tıkandı kaldı insanlık, küresel bir sapıklığın içinde...

Bir kafeste tutulan kobay fare gibiyiz, silindirin ortasında koşup duruyoruz!!! Bir yere gidiyoruz sanıyoruz da,dönüp dönüp durduğumuzu farkedemiyoruz.

Küreselleşme adı altında her birimizi kobaylaştırıyorlar, tüketmek tüketmek ve tüketmek için...

Doğuyor, büyüyor okuyor, çalışıyor,emekli oluyor ve ölüyoruz... yaşamaya sıra gelmeden...

Bir kere olsun istediğimiz gibi dilediğimiz kadar özgür olamadan, korkularla yaşıyoruz...

Büyükşehirlerde adım başı açılan alışveriş merkezleri tek eğlence mekanlarımız oluyor! Ne tuhaf... Eğlencemize bile biz karar veremiyoruz... Zaten bu şehirde ve bu dünyada doğal olan herşeyin üstüne beton döktüler, en çokta duygu ve düşüncelerimize... Sokakta gördüğümüz insanlar bize yabancı biz onlara yabancı, konuşmadan geçip gidiyoruz birbirimizin hayatından, konuştuklarımıza bile başkaları karar veriyor... Gerçek düşüncelerimiz içimizde kalıyor, kendimize bile itiraf etmiyoruz...

Bir inanç benimsiyoruz, o inancı kendi istediğimiz şekilde özgürce ve kendimizce yaşayamıyoruz... Birileri karar veriyor biz uyguluyoruz... Namaz böyle kılınır, oruç böyle tutulur, ölü böyle yıkanır, böyle sevişilir...v.s.

Nerede başladı bu, nerede biter bilemiyoruz... Ya da biter mi?

Bizim istediğimiz filmler yok, istediğimiz şarkılar yok, sanat yok, sanatçı yok, mizah yok...

Sanat: Özgürce ifade edebilmek duygularını... Ne şekilde olursa olsun...

İçinde bulunduğumuz toplumun benimsediği kültür en başta sonra dünyayı etkileyen ayakta atıştırma kültürü... Herşeyi ayakta yaşıyoruz koşturarak bir kez olsun güneşin doğuşunu ve batışını göremeden, bir ihtimal belki bir kez görmüş olsak bile bize dayatılan hayat doğayla bütünleşmemize izin vermiyor...

Siyasetçiler en büyük yalancılar... onlar karar veriyor neyi tartışıp neyi yaşayacağımıza, nasıl konuşacağımıza, nerede duracağımıza... Bize yasak olanlar onlara serbest...

Bağımsızlık içimde sönmeyen ateş, bastırmamı istiyor küresel sermayeciler... Mtv veriyor müziğe ödülleri, dünya güzelini seçiyor bazı adamlar, çok anlamsız ve çok acayip şeyler oluyor, içimdeki ateş beni gittikçe daha çok yakıyor...

Tutamıyorum...

16 Aralık 2009

kyam/et

Hayatın sırları var, evrenin sırları var bizzat biz kendimiz dahi bize göre sırrız... Gördüğümüz herşeyin bir başka yönü, boyutu, açısı var...

Hayata tutunmaya çalıştığımız ilk dünyasal mekanımız olan annemizin karnı belkide en özgür olduğumuz yer... Bütün dünyasal ve insansal öğretilerden uzak, kendi kendimize ve kendi halimizde içimizden geldiği gibi yaşadığımız tek mekan orası... Doğduğumuz anda ve yerde başlıyor üzerimizden inançlarını ve buna bağlı ritüelleri geçirmeleri, bizim ülkemizde örneğin, yeni doğan korkuları vardır, lohusa korkusu, al basmasıda derler falan filan, her yörede değişik ama genelde aynı içerikli şeyler yaparlar inançlarını ve bunun ritüellerini gerçekleştiren inanç yönlendiriciler...

Hristiyanlar bilinen en hurafeci insanlardır geçmişten bu yana, malum herkesin neredeyse ezberlediği filmlerde şeytan çıkarma ayinleri vardır mesela, 13. rakam uğursuzluğuna inanmaları, kiliselerin korunan kutsal mekanlar olduğunu düşünmeleri, e tabi hangi dine mensup olursa insan o dinin mekanlaştırılmış ibadethanesini kutsal sayıyor, oysa kutsal diye bir kavram yok, ne mekansal olarak ne de inançsal olarak...

Yahudiler başlı başına kendilerini kutsal sayıyorlar diğer insanlara nazaran!!! Oysa her insan her can kutsal sayılmalıdır ki kimse doğarken ne hristiyan, ne müslüman, ne yahudi ne de ateist olarak doğmuyor!!! Başkaları veriyor onlara bunları, sonrasında ya rıza gösterip o inanca bağlanıyorlar körü körüne ya da sorgulamaya başlıyorlar...

Zaten iki tür insan var bu açıdan baktığımızda bir inanarak yaşayanlar, iki düşünerek yaşayanlar...

İnanan için herşeyin bir açıklaması olmak zorunda değil zaten insan herşeyi anlayamaz takdir-i ilahidir aklının almadığı ne varsa...

Düşünen insan içinse yaşamak zor ve sorgulayıcıdır, kabullenemez ona dayatıln şeyleri, aklına yetmez anlatılanlar, neden, nasıl, niçinsiz yaşayamaz...

Eğer birşeyin kutsal olması gerekiyorsa oda canlıların yaşam hakkı olmalıdır, hangi inanca göre hoşgörülebilir bir canlıya din adına eziyet etmek? Ayrıca insanın aklı değerlidir ve kullanılmalıdır... Bunlar gerçekler...

Yaşamımıza ilk müdahale ailemizden, sonra yaşadığımız çevreden, sonra içinde bulunduğumuz toplumdan ve nihayet günümüzde global güçlerden geliyor... Biz yokuz aslında 24 saat boyunca yönlendirilmeler var... Benim merakım bütün bunlar daha ne kadar devam eder, böyle geldi böyle mi gider yoksa insan buna bir yerde dur mu der? Öyle seziyorum ki insanlık bu gidişe dur der, akıl körü körüne inancı mutlaka birgün yener, herşey gün yüzüne açılır ve sırlar açığa çıkar...

Kadim zamanlardan bu yana anlatıla gelen misaller var, geleceğe dairse kehanetler, bazılarının gerçekleştiğide görülüyor mutlaka bir cevabı var elbette, Çocukluğumdan bu yana anlatılan kıyamet senaryolarını şimdi çok başka yorumluyorum, kıyamet yaklaştığında altüst olacakmış herşey, doğru yalana karışacakmış, zalimler zulmü arttıracakmış, Allah’a inanan bir tek kul kalmayacakmış, aslnda olmadı değil...

Kıyamet koptuğunda (ki kopmak fiili kullanılmaz asl-ı orjininde) yani uyanıldığında, ayağa kalkıldığında, topraktan çıkıldığında, hesap günü gelecektir, herkes eteğindekileri dökecektir, hesaplaşılacaktır, dünya dümdüz bir ovaya dönecek, kuzeydeki yumurta güneyden görülebilecek, gökten taş ve ateş yağacak, yıldızlar dürülecek, evren büzülecektir...

Aslında olmuyor da değil...!!! Nasıl algıladığınıza başlı biraz...

...

Bence hala uyuyor insanlar, çünkü uyumak iyi geliyor zihinlere, çalışmak zorunda kalmıyorlar, düşünmek zorunda kalmıyorlar, o yüzden inançlarla bağnazca yaşıyorlar, fantezilerini dahi inançlarştırıyorlar bu yüzden, o kadar ileri gidebiliyorlar ki bağnazlıklarında düşünen insanlar için bunu görmekten daha korkunç bir işkence türü yok, adam yılın onbir ayı içki içmekte bir abes görmez bir ay boyunca ağzına içki sürmez, oruç tutsun tutmasın farketmez, bu onun inacıdır, oysa Allah’ın zamanı yoktur, ağaçları keserler, hayvanları öldürürler, insanlar biribirini öldürüler fakat kiliseyi, sinagogu, camiyi kutsarlar, oralarda huzura erdiklerini sanırlar, oysa Allah’ın mekanı yoktur!!!

Kıyam/etmedikçe bu uyku hali devam eder ve Allah’ı bir yere, bir aya, bir güne sığdırmaya çalışmak sanıları sürer gider... Tabi siz O’na Allah demek yerine evren, kainat, insan, doğa, üstün akıl, God, Rab, Nirvana, Tanrı... Ne derseniz deyin veya tümden bu olguları reddedin farketmeyecek.

Bir varoluş var çünkü biz varız, bir yokuşta olacak mı olmayacak çünkü bilim kanıtladı ki var olan hiç birşey yok olmuyor, sadece değişiyor... İşte Kıyamet bu değişime giden yol olsa gerek... Aklen, ruhen, bilincen... Uyanmak gerek!


İnsanlar bir felaketle karşılaştıklarında işte kıyamet bu olsa gerek diyor, hep bir kıyamet bekliyor, kıyamet geliyor sanıyor, oysa Kıyamet gözümüzün önünde duruyor!!!

Bir insan haksız yere öldürülüyor, bir insan haksız yere mahkum ediliyor, suçlular salıveriliyor, çocuklar tecavüze uğruyor, ormanlar yanıyor, kuşlar göç edemez, balıklar yüzemez, kutuplarda yaşanamaz haller oluyor, bir tarafta kıtlık varken, diğer yanda varlıktan sapıtmışlar, ruhlarını satmışlar, kutsal dedikleri mekanlarda parayla kutsiyet satıyorlar, Allah’a rüşve veriyorlar!

Şeytan ayrıntılarda, en çok sevdiği adamlarsa kutsal mekanlarda gizli hala!!!

Kıyamet mi bekliyorsunuz?

21 Aralık 2009

mumya

mumya

mumya
Uzun bir süredir, kendimi tarihi eser gibi hissediyorum...

"sen gittğinden beri yani"

Hani şu vakıflar müdürlüğüne bağlı olup, yıkılması ya da onarılması mümkün olmayan ve kendiliğinden tarihe karışana kadar göya saklanan antika yapılar gibiyim...

Aynalara küsmüş... Duygusal komaya girmiş... Aşkla mumyalanmış iç organları bağışlanmış...

Şiirler çok acıtıyor atmaya çabalayan kalbimi, elim ne vakit yazmaya gitse bundandır uzak duruşum şairliğimden... Anlamsızım artık bütün bildiklerinden sınıfta kalmış bir öğrenci gibi, karnesinde zayıf notlarla dolu annesinden yiyeceği fırçayı düşünen...

Senden önce senden sonra diye ikiye ayırdılar hayatımı, kredilerim tükendi veresiyede vermiyorlar mutluluğu üstelik...

Şimdi ben ne geçmişe dair anılarımı ne de geleceğe dair umutlarımı konuşuyorum... Sadece ve öylece susarak tutunuyorum. Anladım ki, içimde yaşattıklarımı benden daha iyi anlayacak biri yok, bu tıpkı gördüğün rüyanın tesirinde yalnızca senin kalman gibi, başkalarıyla rüyalarını paylaşamadığın gibi aşkını, duygularını, umutlarınıda paylaşamıyorsun... Her aşk gibi klasik, her sevda gibi sıradan sanıyor şahit olduklarını zannedenler...

Oysa bir ben birde sen bilirdin yaşa/ma/dıklarımızı...

Bitkisel hayata girmiş bedenim, hiç bir günahı sevmedi seni sevdiği kadar... Ne de kimseyi affedebildi seni affettiği kadar...! Yıllardır içimdeki mahsende demlenen şarap misali aşkım, gün geçtikçe etkinleşip, beni sarhoş ediyor, Hayyam misali herşeye kafa tutuşum bundan... Rab, Rahman tanımayışımın sebebisin sen! Bütün günahları ve bütün cinayetleri işlemeye niyetli aklım kaybedecek birşeyi olmayan şövalyelere inat, ne şeytana sattım ruhumu ne de meleklerle arkadaşlığım var!

İnsan kalabilmeye çalışıp, gelmiş geçmiş herşeye ha s...... çekiyorum burdan...

Unuttum, unutuldum, avundum, avundun, sustum sustun ve küstüm küstün ki varsa eğer mahşere kadar!

Bir kibritlik canım kaldı onuda sen yak ve al... Köhnemiş bir yapıyım şimdi kalantor, asi ve asil... İçimde ne anılarım var! Kimseye vermem onları miras değil, yandığımda benimle yanacaklar, herkes bir şey sanıcak ama kimse bilmeyecek...

"Asaletimle tarihi eserler müzesindeyim hala"

Sanma ki başka bir kiracı buldum! Uzaktan bakınca imrenilen içine girmeye korkulan bir halde İstanbul’dayım hala!

5 ocak 2010

bilgi ve takas

bilgi ve takas

Hayal gücü, bilgiden daha önemlidir. Albert Einstein

Bütün dahiler aslında en büyük hayalperestler...

İmkansıza inanmazlar, hayalini kurar ve projesini yapanlardır dehalar... Eğer bir hayaliniz yoksa peşinden gideceğiniz bir yaşamınız yok demek, bir zombi nasıl yaşarsa öyle yaşamış olursunuz...

iMzA: Bir Deli...

Yüzümün yarısında ay diğer yarısında güneş.
Bir elimde aşk diğer elimde öfke ateşten top,
Bir yanıma gece oluyor, diğer yanımda daha yeni gün,
Bir yanım kuraklıktan kırılır, diğer yanımda yağmurlar,
Yazdıklarım öğrenmekte olduklarımdan ibaret,
Ağr yaralı bir maratoncuyum finale varmasına ramak kalmış,
En aksiyonlu filmlerin romantik oyuncusu,
Bütün bunlar burcumun bana oyunu
Ki, bu yıl kendimleymiş bütün savaşım,
Al sana diyerek salladığım tokatların,
Beş parmağın izlerini yüzümde taşır,
Eğer birgün hayattan bir şey öğrenmeyi becerebilirsem,
Bunu paylaşmadan ölmek istemem,
Hayallerimi yazışım bu yüzden,
İnanmak yarı aldanmakmış,
Aldanma ihtimaline imza atmak...
Kınanmak ihtimalide çok yüksek,
İnsan kendini affetmek için başka suçlular arar bu yüzden...
Sünger gibi bütün suçları üstüme yüklensem,
Hafiflermisiniz günahlarınızdan...
Eşi benzeri olanlar,
Eşi benzeri olmayanlar,
Yüzbinlerce olanlar,
hiç olmayanlar,
hiç olanlar kadar zengin değiller...
Hayallerinizi mi ayıplayacaklar?
Aldırmayın onların hayalleri sizinkinden daha normal değil,
Kendinizi affetmek için suçlayacak birini aramayın yeter...

20 mayıs 2008

yağmur

yağmur


Bir güne kaç mucize sığdırabilir insan?

Metrekare başına kaç metreküp damla düşerse belki o kadar. "Us" damla damla demleniyor ne yazık insan demlenmesini beklemiyor. İçierisinde bulunan metal artıklardan arınmış ekolojik dengeyle dost damlacıklar salgılayınız!

Dünyaya gelip kaybolmamış bir ruh olmamıştır, zaten dünya kayıpların dünyasıdır, kimin ne kaybettiği önceliklerine göre değişirde çoğu kimse kaybının farkına bile varmamıştır.

İnsancıl zeka ve materyalizm itiş kakış mücadele. Felsefenin Niçe’lerden beri yol bulamadığı yüzyıllarda buyuracak bir zerdüştte kalmamıştı. Mekanın darlığı cüsselerimizi almıyordu başımızı sokamadık bir damın altına. Bazen göğe değdiği de oluyordu işte o başların çoğu uçuruldu...

Saldırganmı geliyorum size adımı asi koyabilirsiniz ve ben asilerin kaderini biliyorum haklarımı okumanıza gerek yok, sessiz kalmama hakkımı seçiyorum. Sizde kulaklarınızı tıkama hakkınızı kullanabilirsiniz.

Avucunun içine doldurdu bütün damlacıkları taşmadı bu işin içinde başka bir iş vardı. İnsan = akıl+ruh+beden ve sapıklık hangisi tercihlerimiz hangisi değil... Galiba insan süpermarketindeki reyonlarda makarasına seçiyoruz hepsini bütün oyunlarda olduğu gibi sıkılıyoruz ama annemiz hala eve almıyor bizi...

Akıl denilen soyut kavramın insana neler ettiğini görüyor musunuz? Neye inanırsa onu yaratıveriyor, yoksa bu akıl denilen şeyde bir ilizyon mu? İneğe tapınan adamda inekte mucizeler görebiliyor, kendini şişleyen başkası kerameti aklından bilmiyor. Ateşin üstünde yürüyor yanmıyor, ey akıl insana ne türlü oyunlar oynuyor!

Böyle olunca ne oluyor? İşin içine başka işler giriyor, makinanın mekaniğinde sigorta atabiliyor ama enerji kaynağında sorun yoksa çalışmaya devam ediyor en olmadı ışığı yanıp sönüyor...

Yüksek sesle konuştu günlerden birinde adamın biri akla verdiği önemi dile getirirdi ve lakin akıl üzerinde hiç düşünmemişti... Nelere kadir ve nelere hakimiyet kurabileceğini çözebildin mi?

Demlikte bir dolu akıl demleniyor vakti gelince süzgeçten süzülüyor tavşan kanı kıvamında insandan akıl damıtılıyor...

İş bu yüzden dünya denen dar mekanda akıl ekiliyor, öğütülüp, kurutulup demlenince bir işe yarıyacak hale geliyor... Üretim aşamasında meydana gelen arızalar servise alınıp yeniden düzenleniyor onarımı mümkün olmayan akıl geri dönüşüm kutusunda bir süre bekletilip yeniden progamlanıyor...

Valla ben aklımın yalancısıyım siz kendi akılınzla kavga ediniz ben aklıma mukayet olmaya gidiyorum... :)))

19 Mayıs 2008

sevi-yorum

sevi-yorum

Sevgiler şekil değiştiriyor dostlar...
Hele eski dinazor ruhlu olanlar...
Ondan bu kaçıp saklanmalarımız kendimizden ve çevremizdekilerden...
Ondan bu yüzünü görmeden kurduğumuz dostluklar...
Kendimiz gibi dünyaya yabancılaşmış insanları arıyoruz...
Bulabiliyor muyuz?
O kadar az sayıdalar ki zorlanıyoruz...

"Sevgi"
Herkesin içini titreten sözcük... Herkesin sahip olmak istediği şey... Hepimizin ihtiyacı olan yaşamsal gereklilik...

Sevgisiz insan var mıdır dostlar... Bence yoktur... Mutlaka birşeylere sevgi duyuyor insanlar...

Herkesin bir sevgi/lisi var yani... bazen aşk halini alan karşı cinsten biri... bazen çok yakın bulunan bir dost... bazen evlat, anne, baba, kardeş... ve sevginin her hali güzel hatta özel...

Dedim ya sevgisiz insan yoktur...

Bakın bazıları cep telefonunu seviyor,
Bazıları indirim yapan marka mağazaları,
Bazıları o mağazaları indirim olmayan zamanlarda da seviyor,
Zaten onlar "etiket" seviyorlar...
Ama işte sevgi duyuyorlar...

Bazıları bir ünlüye sevgi duyuyor,
Senin hayranınım diyor,
Hayranlık benim için ilkel bir çağrışım,
Ama birileri bunu seviyor,

Bazıları sakal seviyor, cübbe, entari, tespih, takke...v.s...
Bazıları cami, kilise, türbe, cenaze, mezarlık seviyor,
Bazıları "evliya sanıyor dede seviyor"
Ne çok sevgi açı var görüyor musunuz?

Bazıları en çok kendisini seviyor,
En tuhaf olanlarıda bunlar,
Dünya kendi ekseni etrafında dönüyor sanarak,
Bütün çevresine etki ediyor,
En güzel kendisi,
En akıllı,
En şık,
En kaliteli (!)
En becerikli,
En şahane,
En iyi,
En bilmem ne....... ama kendini bişey sanıyor işte...

Böylelerinin yanında fikir beyan edemezsiniz, bir şey öneremezsiniz, o biliyordur mutlaka, o düşünmüştür, o denemiştir, o yapmıştır, onun yapmadığı bişeyi siz yapamazsınız...

Bir grubu, takımı, ideolojisi sevenler...
Taraftarlar,
Fanatikler,
Sevdikleri takım uğruna can verip can alacak kadar aşk doludurlar !!!

Aldığı eşyayı sever bazısı, arabasını, parfümünü, evini, barkını yani her hangi bir nesneyi...

Sevgi, kutsal ve özel sözcük...

Doğru sevgiyi ve sevgi/liyi bulamayanlar o boşluğu bir şeyler dolduruyor...

Sevgi soyuttur, içinde hep vardır... Düşünün bebekleri ilk öğrendikleri duygudur sevmek... Annelerini severler bebekler, annesini gören ir bebeğin bakışları canlanır, neşelenir, heyecanlanır aşk’tır bu...

İlk öğrendiğimiz duyguyu doğru yerde ve zamanda kullanamazsak ve ego denilen şeyin oyuncağı olursak sevgi somutlaşıyor ancak hep nesnel kalıyor... İşte o saatten sonra insan depresyon denilen bulanım ve sevgisizlik hastalığına yakalanıyor...

Çünkü sevgi bir iletişim gerektiriyor, sen elmayı seviyorsun diye elmanında seni sevmesi gerekmez diyor ya şair...

Evet eğer sen sevgi için elmayı seçersen, karşılık alamayacaksın...

Yok karşılık ve ileşitim verecek bir varlığı seveceksen asla açlık hissetmeyeceksin...

Dünya büyük bir kriz yaşıyor, insanların büyük çoğunluğu mutsuz ve umutsuz... Yarısından çoğu depresyonda, zengin ya da fakir olması gerekmiyor üstelik ama sevgi fakiri ise mutsuz olması kaçınılmaz...

Hepimizin ihtiyacı var sevilmeye, bunu hissetmeye, duymaya, anlamaya ve sevmeye... Bu bedenlerin mayasında sevgi var, aşk var, aslına rağmen yaşayamıyor insan...

Bazen yanlış yerde yanlış bir şeyi seviyor insan bu öyle güçlü bir duygu ki çok uzun zaman kalıyor etkisi sende... Beslenmeye beslenmeye komaya giriyor ama asla ölmüyor... Can çekişiyor inliyor, ağlıyor ama ne kimse anlıyor, ne biri duyuyor nede görüyor... Biri çıkıp onun dilini çözene kadar... Suskunluğa sığınıyor insan...

İnsanlara bakın, geçici ve yalan mutluluklar yaşıyorlar... Alışveriş merkezleri hıncahınç dolu deli gibi alışveriş yapan insanlar aldıkları giysiye bakıp mutlu olanlar, sonra ondan bıkıyorlar...

Baharı sevmek öyle mi?
Ya çocukları,
Ya kelebekleri,
ya insanları, hemde onlardan nefret edercesine,
ya kuşları,
ya güneşi, ayı, bulutları, yıldızları,
ya Allah’ın yaratmasını,
Ya ALLAH’ı,

Denizleri mavi, ormanları yeşil, havayı tertemiz ve oksiyenle dolu, kırları çiçek dolu, dereleri çağıl çağıl, yağmurları şakır şakır, gelincikleri, kutupları ve ordaki fokları, yunusları, arıları, dünyayı dünya yapan bütün güzellikleri sevmekten mutsuz olanınız var mı?

Yalnızları, terkedilmişleri, yetimleri, yaşlıları, unutulmuşları sevmekten yorulanınız var mı?

Vatanı, ahde vefayı, sözde durmayı, dostluğu, dürüstlüğü sevmeyen var mı?

Sevgi, kutsal belkide en kutsal sözcük,

Aşk’ı zaten kirletmiştiler,
Artık "sevgilerin" de şekli değişti...

Sevgisiz kimse yok şükürler olsun...

Sevi/yorum ama KİM’İ?

20 nisan 2008

azap

azap

"Bilgeler yalnız ölür"

insanlardan nefret edecek kadar çok sevmek!

yuvasından düşmüş küçük serçeyi, narin bir kristal gibi kaldırıp yerine koyabilen, duyduğu nefretten gözleri kararıp gırtlağına basabilen haksız ve hadsizin...

iki uç noktasında durabilmek hayatın, ayağına bastığın küçük kedinin çığlığıyla irkilen merhamet, vahşi bir kaplana dönüşen intikam yeminine denk...

düzenin insanı olamayıp, olamadığınca deliren...

üstüne üstüne giderken hayatın, ait olamadığı dünyanın ahalisine benzese bile, yalnızlığa nikah kıyan...

bütün olup bitene bakıp olanca aklı tutulan, sığmadığı dünyada varolan herşeye aşık olabilen...

ağız konuşmak içinmidir sadece ve o sözler ne işe yarar... ne kadar boş konuşabilirim acaba Acun bey kutuyu açacak mı? Yoksa Hamdi ahlaksız bir teklif mi yapacak?

Kolay yoldan çok para kazanma hayali kuran acınası insancıklar nefretlerinizi üstüne çeken kaç ukala tanıyorsunuz?

Çoğunluğun haklı sayıldığı yerde doğru bulunmaz, o güzel gözlerinle bak dünyaya kaç kişi var çoğunluğun piSliğini temizleyen?

Öldürün bütün bilgeleri... Ukalalık yapmasınlar...

Ölümden korkan dünyaya gelmez...

Genişliyoruz durmadan ve yatay geçişlerle üstelik, nereye kadar? Ya bu balonun patlama kapasitesi ne kadar?

Nefret ederken çok sevmek, üstüne titrerken eline batan kıymığı temizlerken yüzüne tükürmek!!!

İnsan denilen benzersiz fabrikasyonlar, tek sermayesi düşünce olanlar çok değil korkmasınlar... 6,5 milyar çoğunluğun içinde kaç bilge kaldı ki geriye?

İnsanoğlunun çizdiği sınırlar düşünceye engel olabilir mi söyle? Etrafını çevirdiğin bu bahçe gerçekten senin mi sanıyorsun? Ekmeğine siyanür sürüp yiyecek kadar paraya acıkanlar ile açlığı paylaşanlar bir olacak öyle mi?

Nefretin özü aşk, aptallığına sövüyorum bütün gece... Ayna tutan elleri kırıp geçer yüzleşmekten korkan düşünce fakirleri...

Satılabilir bir düşünce olmadı hiç bir zaman, paranın satın alamayacağı en pahalı zenginlik... Can yakan var olduğunu bildirir hangi zevk insanı adama benzetir?

Sürüldüğün yerdir dünya...

Sürgün yeridir başka birşey değil...

Deve yükü sermayen olsa nefsinin esirisin, sürgün olmak ölümü özlemektir... Ölüm ise beraat...

Ondan ağlar doğarken insan ve tebessümdür giderken bıraktığı ardında...

Bilgeler yalnız ölür, bildiği tek şey bilmediğini bilmektir...

16 nisan 2008

kaz dağları

KAZ DAĞLARI

Altın çok kıymetli bir maden, pahası var ve hemde hergün artmakta olan bir paha...

Nükleer Santraller teknolojik açıdan insanların ihtiyacı olan enerjiyi üretmek için var buda pahalı bir sistem...

Borsa insanlar para kazansın diye var, her gün hisseler alınıp satılıyor, küremizin sermayeside küresel oldu zaten...

Para insan için ihtiyaçlarını sağlayacağı bir araç, çok önemli yeri var insan hayatında... Herkes onun peşinde, herkes onu çok istiyor ÇOK olsun istiyor...

İnsan öyle bir canlı, kendisini seviyor, dünyasını seviyor, doğasını seviyor, çocuklarını seviyor, canlıları seviyor ama parayı daha çok seviyor...

Para, altın demek, borsa demek, santral demek, faiz demek, mülk demek...

Nasıl çılgın bir tüketim içerisindeyiz değil mi, çılgın dostlarımız Almanlar Kaz Dağlarımızı zehirliyor biz seyirci kalıyoruz...

İnsanların yemek için ekmek bulamadığı günlerde, her geçen gün zehir soluyan doğayı daha çok zehirlemeye çalışmak akıllı ve ahlaklı insan işi olabilir mi?

İnsan altın yiyebilir mi?

İnsan nükleer içebilir mi?

İnsan para ile mutlu olabilir mi?

Peki ya bu çılgınlık neden?

Bir küçük gezegen içinde sürgünde kalan benim gibiler yeldeğirmenlerine savaş açmış, Donkişotlar gibiyiz, oysa her yanımız Hitler kaynıyor...

Zalimlerin zalimliklerini kılıfına uydurduğu, yalancıların yalanlarını kılıfına uydurduğu, doğruların yüzüne bakılmadığı günlerde Mart ayının son haftasında, sokağınızda kaç ağaç kaldı bakalım o ağaçlar bir daha ki seneye çiçek açacak mı bilemiyoruz...

Denizler mavi, ağaçlar yeşil, kuşlar özgür, balinalar mutlu, yunuslar neşeli, kediler sevimli, kelebekler renkli kalsın diyorduk...

Masal anlatıyoruz artık bizi dinleyen kalmadı... Kaz Dağlarını zehirliyorlar, çocuklarımızın ağaçlarını kesiyorlar, onların denizlerini kirletiyorlar, çocuklarımızı sevmiyoruz biz, para en büyük aşkımız olmuş bütün onurumuzu satın alacak kadar güçlenmiş...

Oysa insanın kuru aşı, ağrısız başı olsun zehir solumasın, kan kusmasın, kanser olmasın... İnsanlık bu küçük kürede nasibince sene yaşayıp yerini yenilere bırakıp gitsin... Giderken yanında kurumuş ağaçlar değil, yeni dikilmiş fidanlar bıraksın...

Yarı aç yarı tok olmak, ruhunu şeytana satmaktan yeğ değil midir? Kaç cesedin cebinde bişey götürdüğünü gördünüz ey insanlık düşmanları...? Ölüm de var diye hayıflanırsınız kaç ağacın kesilmesine engel oldunuz, siz değil misiniz yangın mevsimlerine girdik diye Allah’a hamd edenler, orman vasfını yitiren arazileri satıp para kazanacağız diye garip dualar edenler...!

Boyunlarınızda külçe külçe altınlar, yüzünüzde gaz maskeleri ile uyum sağlayacak... Olurda Kaz Dağlarından Almanlara izin verdiğiniz altınlar umulandan çok çıkarsa gaz maskelerinizide altından yaptırsınlar...

Akşamları paracıklarınızı sayıp onlara sıkı sıkı sarılıp uyuyun... Sabahları nükleer santrallerden çıkan zehirlerle kaç canlıyı daha öldürdüğünüzü tahmin edip bahisler oynayın... Eğlencede parayla eğlenin hep birlikte gece klüplerinde Alman, Amerikan, İngiliz, Yunan ve Yahudi dostlarınızla...

Paylaştığınız topraklarımızı, madenlerimizi ama daha önemlisi suyumuzu, ekmeğimizi, denizimizi, ormanımızı yiyip bitirin...

bizi görmeyin, duymayın, zaten imkansız, biz bu dünyada sürgündeyiz ızdırap çekmeye gelmişiz siz kesin Kaz Dağlarında çam ağaçlarını bir ölene kadar yenisini dikmeye çalışacağız...

(bu yazı 5 Nisan’da Kaz Dağlarında ki katliyamı protesto etmek için düzenlenecek miting için yazıldı)

6 nisan 2008

kişilik/siz

Kişilik/siz

_kişi kendi gibi bilir ötekini_

kalbimin kulağı iyi işitir, kafamın kulağından...
kalbimin gözü iyi görür, kafamın gözlerinden...

velakin, aldanırım... hep aldanırım... her aldanışta içime kaçar kendime sarılırım... Allah’ıma saklanırım... gördüğüm en güzel şefkat O’nun... üzülmedim desem yalan olur, üzmüşümdür de... ama gerçekten istemeden...

çok tuzaktan son anda dönmüşüm hep "O" sihirli el tutmuştur ellerimden... her sorduğuma yanıt buldum, erken ya da geç... sebepler aradım, varlık aleminden sebepsizliği insandan başka yerde görmedim... nasıl bir egodur insanoğlunda var olan, ham ve şişkin... sanır, dünya dönüyor kendi etrafında... geri kalanlar figuran o zavallı sanıyor kendisini başrolde...

ey mechul son, beni nerede nasıl ansızın yakalayacaksan, yakala ben hazırım... huzura duruşa hazır oldayım... günahlarım ve sevaplarım yen’imin ceplerinde... hepsine sıkı sıkıya sarıldım... suçumu bir başkasının üstüne atmadan, günahımı hiç kimseye yüklemeden... tövbenin kerametine vardım, mana denizine daldım... dil iyiliğini söyler, kötülüğünü gizler anladım... her sözün altında yatan mana başka... her ten örtülüdür başka bir tenle...

ben o şefkatlinin şefkatinden şüphe etmedim... sivri dilim, asi ruhum, keskin sözüm söyledi, niyetim belliydi... inandığım doğrulardan öğrendim, "çamur atma kimseye, izi kalmasın" imkanın varsa temizle çamurunu içinde gizlenen nur uyansın... üzerimize giydiğimiz bu beden, tıpkı giysilerimiz gibi kirlendi, suyla yıkandıkça akıp gitti kiri... ya ruhumun kirleri, ağlamadıkça ve anlamadıkça temizlenir mi?

el yordamı yol bulan körler gibiyiz, tuttuğumuz kadarı bütün bildiğimiz... oysa bilmek bile yetmedi bazı şeyleri... iki kişi ortak bir suça meyleder, biri suçunu göğüsler diğeri vebali atıp kaçar... ne kadar azdır yanlışı kabulenen, misafir odalarını temiz tutup, pisliği halı altına süpürenler gibi...

dışını yaldızlayıp, içini pas tutan biri gibi... çürümüşlüğün kokusu duyulana kadar yalana devam etti... bir tek kendini kandırdı hiç anlamadı... şeytan taşlamaya meraklıdır insanlar, oysa şeytan bile bazılarının yanında melek kaldı...

şeytan dedi ki:_ kibir en sevdiğim günah_

insan kibirlenmedi mi?

yalan sözde gizlidir, özde gizlenemez...

gün gelir değişir dünya, saf tutma zamanı şimdi...

2008

akıl oyunları

AKIL OYUNLARI

Bu gece bütün gemileri yaktım...
Sonra geçip karşısına baktım...
Gökyüzü kıpkızıl, gözlerim kan kırmızı...
Hani keskin sirke küpüne zarardı...
küpüyle beraber, sirkede yandı...

Adına şiir de, ne dersen de...
Bu gece zindanların kapısı açıldı,
Her şiir anarşi, her şair anaşist şimdi...

her kayıp hep en değerliden...
değersizin kaybı olmaz...
benim kaybedecek hiç bişeyim yok...
çünkü bana ait olan yok...
sahipsizliğimin sahibi Allah
gerisi laf-ı güzaf...

Sende kimsin?
Beni bilir misin?
Seni bilir misin?
Kendini bilmezin tekisin...!

bazen manadan geçilmiyor
yaşamın okyanusunda
bazen herşey anlamsız geliyor
ne kadar iyi yüzersen yüz
burada sonun boğulmak
akıl oyunları...
aklımın oyunları...

18 Ocak 2008

başka bahara kaldı

BİR BAŞKA BAHARA KALDI


Duygusuzlaşıyor muyum ne?

Artık çekilen bütün acılar bana anlamsız geliyor... Bir bakıyorum şöyle dünyaya, sanki hepimiz tuhaf bir hesaplaşma içindeyiz... Bir yanda milyonlarca insan cehaletin içinde can çekişiyor...

Din, iman başkalarının kontrolünde... Vatikan’dan emirler almış müslüman din adamı gibi kurgusu ancak cahil mahallesinde tutacak bir film izliyoruz... Biz bu sahneyide, bu filmide görmüştük... Kaçıncıdır aldanıyoruz...?

Acımıyorum bu yüzden, acınacak hallere düşenlere... Kör birine renkleri nasıl anlatırsın? Görmüyorlar işte... Vatikan’dan emirler alan müslüman din adamı, müslüman mahallesinde salyangoz satıyor, üstelik alıyor kendilerine müslüman diyenler... Sıkıldım artık bu aldatmacadan bu ne kadar garip bir dünyadır?

Din kitaplarında yazan bize çocukluktan ezberletilmiş garip ve inanılmaz hikayelerle büyüdük... Aklımız başımıza gelipte biz soru sormayı öğrendiğimizde, yanıt veremeyip "böyle konuşma dinden çıkarsın" dediler... Dinden çıkmak o kadar kolay mıydı? Din bir asansör müydü ya içinde kalacaksın ya dışına çıkacaksın... Kimdi bu hakkı kendilerinde görüp soru sorana dinden çıkma palavrası sıkanlar? Vahiy mi almıştılar?

Yahu kardeşim, Kuran yetmiyor mu sana diyorsun, Kuran’ı ancak alimler anlar diyorlar... İyi de o zaman Kuran neden herkese gönderildi, ölülere okuyalım diye mi? Okuduğunu anlamak için alim olmak şart mıydı?

O zaman Kuran neden "yaratan rabbinin adıyla oku" demişti? Ya da bunu ancak alimler okusun geri kalan ahali Vatikan’dan emirler alan müslüman din adamına uysun demedi?

Din böyle bişey miydi? Din, insanın aklına güvenmeyen, onları ayıran, birilerini kayıran, şekle itibar eden, dili başka söyleyip, kalbinden başka şeyler geçiren, dindarlığını çıkar kapısı yapan ve bununla payeler takınan... Bu adamların dini miydi bu?

E madem biz soru soranlar dinden bu kadar kolay çıkıyoruz... O zaman boşuna geldik bu dünyaya... Sorduğumuz her soru havada asılı kaldı... Bu ülkenin aydınlık günleri bir başka bahara... Dini maske edinenlerin dünyasıymış bu dünya... Yeşil sermayecilerin, Kuran Kursu açıp kapısında bağış toplayanların, yoksul ve muhtaç insanların duygularını ve inançlarını sömürenlerin, yalancıların, düzenbazların, ikiyüzlü münafıkların dünyasıymış...

Sorma, kurcalama, birleştirme, parçala, kula kul, şeyhlere mürit ol... Senden ala müslüman olmayacak...

Güzel Atatürk sen bütün mücadeleyi bugünler için mi verdin...?
Seninde dünyan değilmiş bu dünya... Sende yanılmışsın Mustafa Kemal’im...
Onca emeğin ardından dua ederler mi sandın, bak seni ve eserlerini yok etmek için neler yapıyorlar... Ya biz seni sevenler, seni anladığını sananlar, yoluna baş koyanlar, biz ne yaptık... Birileri tüketti biz seyrettik...

Hani ülkücüler, hani ulusalcılar, hani demokratlar, hani Kemalistler... Hani kendilerine miliiyetçi diyenler?

Sevsinler sizin vatanseverliğinizi... Çarka yenik düştük işte dün bu ülkede komünist avına çıkan ülkücüler... Ülkücü avına çıkan komünistler... Sağıda soluda bu ülkenin bütünlüğü ve barışı için çırpınırdı, sonra birbirilerini kırdılar... Alın size teröristlerin, gericilerin, yobazların, dini ve ırkı çıkar kapısı yapanları Türkiye’si...

Doya doya yaşayalım...

12 Ocak 2008

zeytin dalı

ZEYTİN DALI


Beyaz bayrak sallıyorum baksana, beyaz güvercin gönderdim birde, ayağında mesajla... Sigaramın dumanıyla neler yazdım havada kaldı hepsi... Bir resim yaptım henüz hiç kimse görmedi... Bir şiir yazdım kimse okumadı... Bir ev yaptım kimse misafir olmadı...

Sus kimseye söyleme ama kutuplarda ki buzlar bile eriyormuş... Küresel manada ısınıyor muşuz? Senin buzların ne zaman eriyecek, sen bu kürenin içinde değil misin?

Barış güvercini mi vurdun mu kanadından...
Zeytin dalımı kırdın mı?
Sırlarımı açtın mı aleme?
Teslim bayrağımı yaktın mı?

Bu ne öfke a canım, seyr-ü seferde misin hala, dönsem haberin olmayacak...

Senden sonra askerliği 15 aya düşürdüler, Amerika Irağa girdi de çıkmak üzere... İkiz kuleler bombalandı... Memleket havalandı... Herkes yalancı oldu senden sonra... Görünen başka, görünmeyen başkaydı... Sen gideli, pazar günleri gazete almıyorum... Hatta kahvaltı da etmiyorum...

Meraklı komuşumuza gülümsüyorum her sabah güvercilere su verirken, bana seni soruyor, gelecek diyorum... Belki de yoldadır... Deli midir nedir der gibi bakıp içeri giriyor Nergis hanım...

Uyuyorum, uyanıyorum, şarkılara vurdum kendimi... Artık eskisi gibi ağlamıyorum, besteler yapayım diyorum bunca şarkı içinden şarkı beğenemiyorum... Denemedim değil hani ama o kadar iyi anlatamıyor duygularımı benim yazdıklarım bile...

Nereden anlasın alem beni... Bende eriyen sen olduktan sonra...

Ne bilsin dost halimi, gülümseyen yüzümün ardına bakamıyor ki...
Herkesin bir derdi var ilgilenmez benimle kimse...
Ben bile dinlememişim kendimi bunca yıl...
Kime kızayım bu saatten sonra...

Başka dünya yok ölmeden ayrılamayız... Bu gezegende nerede olsak aynı göğe bakacağız... Aynı suyu içecek, aynı ayın mehtabında yürüyüş yapacak, aynı şarkıları dinleyecek, aynı filmleri izleyeceğiz... Ne çok şey yapacağız birlikte bir bilsen...

Hele aynı şehrinde bu ülkenin, aynı saatte akşam olacak, aynı saatte güneş doğacak... Sen, benden uzakta olduğunu mu sanıyorsun...

Aramıyorsam,
Gelmiyorsam,
Sormuyorsam,
Unuttum diye değil...
Sıkıldım diyedir...

Sıkıgan bu ruhu affedecek misin? Seni yaralı bırakıp giderken, en çok kendimi kanattım ben, inanır mısın? Hangi alkol uyuşturabilir aşığın aklını... Hangi gece örtebilir üstünü...

Aşk başka, kaçamak başka... Kaçamak yapanlar saklamak ister... Aşık olanlar dünyaya duyurmak... Gazetelerin 3. sayfalarında "aşk kaçamağı yaptılar" türünden bişey değildi bizim ki, gurur duyacağım birşey varsa hayatta oda aşık olabilme yeteneğimdir... Kaçamak yapmayı hiç beceremedim... Zaten meraklısıda değilim...

Gitmek zorunda kalan bendim, gittim... Bu aşık olmadığım anlamına gelmezdi, anlaşılır tarafı zaten yok, anlamaya çalışma...

Ama affet beni...

Her gidiş, bir terkediş değildir...

15 Ocak 2008

hala umudum var

hala umudum var

Gecenin en karanlık anı, sabaha en yakın zamanı... Hangi karanlığın ardından gün doğmamıştır?

Daha düne kadar emekleyen bir bebektik düşe kalka yürümeyi öğrendik... Bazen biri tuttu elimizden, tam düşerken... Bazen yalnızdık... Düştüğümüz yerden, kalkmayı da bildik...

İnsan işleyeceği sevapları da, günahları da kendisi seçer... Hiç bir günah yoktur bilerek işlenmesin... Bilmediğin şey zaten yanlış değildir... Seçimleri biz yaptık...

Bazen yanlış insanları sevdik en çok onlar öğretti bize hayatı... Her hayal kırıklığı bizi başka bir sabaha uyandırdı... Bazen yanlışta ısrar ettik gönül bizi kandırdı... Biz o yanlışıda sevmiştik...

Günahlarımız da hayatımızın bir parçası, tıpkı veremediğimiz sınavlar gibi sorumlusu biziz... Hangimizin yanlışı daha fazla hesabını yapacak değiliz... Bize ne?

Denememiş olan yanılmamıştır ama yanılmış olan denemiştir...
Yanılmamış olan var mıdır?
Günaha girmemiş?

Varsa demek ki yaşamamış...
Yaşamadıysa nasıl anlamış?

Allah günahı neden yaratmış?
Ya sevabı?

Evren neden eksi ve artı kutuplar arası çekimdir?

Yine geldi sorular, kafatası içinde olanu çalıştırmazsan paslanıyor,kısa kesip cevaplarını arayım... :)

12 Ocak 2008

gözlem

GÖZLEM

Oldum olası insanları gözlemlemeyi sevmişimdir...

Ne insanlar gördüm, boş teneke misali çan çan çene boş gürültü... Çevreye verdikleri rahatsızlığın hiç farkında olmadılar...

Ne insanlar gördüm, dolu buğday tanesi gibi mütevazi, kimileri onlara enayi desede, aslında onlar herşeyin farkındalar... Sadece öğrendikleri gibi davranıyorlar...

Bazı insanlar herşeyi kendilerine eğlence yaparlar, insanların duygularını bile... Kendilerini zeki, diğerlerini aptal sanarlar... Bunların hayatla tek bağlantıları normal ve sağlıklı insanları rahatsız ettikleri anlarda aldıkları hazdır...

Bazı insanlarsa, eğlenceyi bilirler ama bu asla insanların duygularıyla oynamak değildir... Onlar var olan herşeyin saygıyı hakettiğini bilirler... Çirkef ne kadar bulaşmaya çalışsa, onlara ulaşamaz... Arada edebten bir perde vardır...

Bazı erkekler (istisnai) kadınları hakir görürler, akılları uçkurlarında, beyinleri doğuştan alınmış, nerede bir dişi görse içgüdüleri ile ona doğru hamle yapar, ters bir hareket görünce zehirli iğnesini kullanmaya kalkarlar...

Bazı erkeklerse, (nadir olsada) cinsiyetten önce gelen pek çok değerin farkındadırlar... Onlar için kutsal olan aşktır, zaten hayvandan farkımız aşık olabilmemizdir... Bunu bilerek yaşar ve yaklaşırlar... Kadına ya da erkeğe hakaret ederek tatmin olmayacak kadar büyümüşlerdir...

Bazı kadınlar, cinselliklerini kullanarak güç kazanırlar... Bu onların silahıdır, kullanmaktan çekinmezler, edebi değerleri unutmuşlardır, güdüsel değerleri ile vardırlar... İstisnai erkekler böyle kadınların tuzağına düşerler çünkü akılları ile değil başka şeyleri ile düşünürler...

Bazı kadınlarsa, cinsel bir obje değil aklı, zekası, yeteneği, duyguları olduğunun bilinmesini ve görülmesini beklerler ama çoğunlukla hayal kırıklığı yaşarlar... Çoğu kez beklemedikleri şekilde sözlü tacize ve sinsi kurlara maruz kalırlar... Utanırlar, ne kendilerine, ne bunu yapana yakıştıramaz sessiz kalırlar...

Bazı insanlar, internette ya da sokakta av peşindedir...

Bazı insanlar, internette ya da sokakta dost ve bilgi peşinde...

Birileri iltifatlarla tuzağa düşüreceğim sanar...

Birileri haddini bilir...

Bu güne kadar olmadı ama birgün olacağını umuyorum kadın ya da erkek olduğunu düşünmeden önce İNSAN olduğunu bilecektir herkes... Ortaya koyduğu ve içinde taşıdığı şey onur olacaktır... Kendi onuruna saygı duyulmasını istediği kadar başkasının onuruna da saygı duymayı öğrenecektir...

Ne bulunduğu mevkiyi, ne dinini, ne kimliğini çıkar amaçlı kullanmadan tüm samimiyetiyle insanlığın bir parçası olduğunun farkına varacaktır umarım...

19 Şubat 2008

kendi kendime mektubumdur

KENDİ KENDİME MEKTUBUMDUR


Çirkin insanlar elimden geldiği kadar uzak durdum sizden, uzak durmadınız benden... Fırsat düşkünü, şehvet arsızı, küçük hesapçılar, takiyeciler...

Ya çok akıllı sanıyorsunuz kendinizi, ya bizi aptal... Yok öyle yağma... Haddini bilmeyene, kötekse kötek, kelamsa kelam... Anlamazsın diye boşvermem... Kafana vura vura anlatırım... Bakma sen anlamazdan geldiğime... İki kelime arası gönül yoklamalar... Be küstah, sustumsa edebimden, kırmadımsa insanlığıma sarılmışlığımdan...

Yine de uymam sana da, azarsın diye korkarım...

Ah be Sibel, kadın olmak zor bilmiyor musun hala... Şiir yazıyorsan, duygularını saklamıyorsan... İçin dışın birse, taş atanın, dalından meyva çalanın, arada laf sokanın çok olur anlamadın mı? Anladında sende anlamazdan gelirsin... Peki öyle olsun...

Nasılsın diye soruyorsa biri cevap vermeden önce iki kere düşün bundan sonra... Yoksa hayaline ortak olmaya çalışırlar... Kene gibi üzerine yapışmak isterler, fare gibi dolabından çalmak... Oysa kapımız aç olana, gönlümüz dost olana açıktı bizim çalmaya hacet yok... Ama hırsızlık ve ahlaksızlık bir huydur... Kapın açık olsa çalan, gönlün açık olsa kıran çok olur...

Kalbini güzelliğe kapamışlar, yüzlerinizde bin maske olsa ben içini görüyorum... Saklayamaz sizi hiç bir şey... Gerçeği bilmek istiyorsan eğer, senin aklın benim değerlerimi anlamaya yetmez... Susuyorsam edebimden, kırmıyorsam insanlığıma sarılmışlığımdan...

Git öteye günaha sokma beni...

20 Şubat 2008